Yol Hikayeleri

 

Osaka


Katsuo-ji Tapınağı’na Yolculuk:  Zaferin ve Sessizliğin İzinde

 

Japonya’nın Osaka şehrinde, yağmurun hafifçe camları dövdüğü bir sabah başladı yolculuğum. Hava bulutlu ve serindi; tam anlamıyla huzurlu bir günün habercisiydi. "Bugün, kalbime dokunan bir yerlere gideceğim," diye düşündüm. Bugünkü hedefim, adını uzun zamandır duyduğum, ama ilk kez ziyaret etme fırsatı bulacağım Katsuoji Tapınağıydı. “Zafer Tapınağı” olarak bilinen bu yer, yalnızca Budist inanışların değil, aynı zamanda kişisel başarı ve azim hikayelerinin de merkeziydi. Tapınağın ünü, her köşesinde bulunan Daruma bebekleriyle daha da büyüyordu. “O Daruma bebeklerinin hikayesini mutlaka öğrenmeliyim,” diye içimden geçirdim. Sabah erken kalktım ve hazırlıklarımı yaptım. Sırt çantamda bir şişe su, küçük bir atıştırmalık, not defterim ve fotoğraf makinem vardı. Yolculuğun her anını kaydetmek istiyordum; çünkü buranın, özellikle sonbaharda, yaprakların kızıl ve altın tonlarına büründüğü zamanlarda, tam anlamıyla büyüleyici olduğunu okumuştum. "Bu tapınak, sanki beni hayatımda daha önce hissetmediğim bir huzura götürecek"

Osaka’dan Yola Çıkmak: Şehrin Koşturmacasından Doğanın Sakinliğine
Osaka’dan başlayarak tapınağa ulaşmak, hem şehrin modern hayatından hem de doğayla iç içe sakin köşelerinden bir kesit sunuyordu. Önce metroya binerek Senri-Chuo İstasyonu’na doğru yola çıktım. Japonya’nın toplu taşıma sistemi o kadar dakik ve düzenlidir ki, her adımım neredeyse kusursuz bir şekilde ilerledi. "Sanki bir saat gibi işliyor her şey," diye düşündüm. Metrodan indikten sonra, istasyonun hemen yakınındaki otobüs durağında tapınağa giden otobüsü buldum. Yolculuk buradan itibaren daha sakin ve dingin bir hale büründü. Otobüs şehir merkezinden uzaklaştıkça çevrem değişmeye başladı. Şehir hayatının yoğunluğu yavaşça azaldı, yerini ormanlık alanlara, dar kıvrımlı yollara ve sessiz bir atmosfere bıraktı. Camdan dışarı bakarken hafifçe başlayan yağmurun, yapraklar ve çimenler üzerinde yarattığı ışıltıları izledim. “Yağmur bile güzel,” diye içimden geçirdim. Gökyüzü griydi, ama bu gri hava, yolculuğa melankolik bir derinlik kattı. Sessizlik içinde, doğanın sunduğu huzuru hissetmeye başladım. “Bu yolculuk, adeta bir meditasyon gibi,” diye düşündüm.

Tapınağa İlk Adım: Darumaların Gizemli Dünyası
Katsuoji Tapınağı’na vardığımda beni Japon mimarisinin zarif bir örneği karşıladı. Tapınağın giriş kapısı ve çevresi, sessizlikle huzur içinde uyum sağlayan taş fenerlerle çevriliydi. "Ne kadar da güzel bir giriş," diye içimden geçirdim. Yağmurun etkisiyle bu taş fenerler ve yollar parlıyordu. Tapınağa doğru yürürken ilk dikkatimi çeken şey Daruma bebekleriydi. “İşte onlar,” dedim içimden. Kayaların üzerine yerleştirilmişler, tapınağın farklı köşelerine serpiştirilmişlerdi. Bazıları oldukça küçük, bazıları ise boyut olarak insan başına yakın büyüklükteydi. Her Daruma bebeği, parlak kırmızı rengiyle çevresindeki doğal tonların arasında adeta ışıldıyordu. İlk başta bu bebeklerin hikayesini tam bilmiyordum, ama tapınağın rehberinde yazan açıklamaları ve çevremdekilerin anlatımlarını dinledikçe her birinin nasıl bir hikayesi olduğunu öğrenmeye başladım. "Bu bebeklerin sırrını mutlaka öğrenmeliyim," diye düşündüm.

Daruma Bebeklerinin Hikayesi: Azmin ve Başarının Simgesi
Daruma bebekleri, Zen Budizmi’nin kurucusu Bodhidharma’yı temsil ediyor. Bu bebeklerin en ilginç özelliklerinden biri, gözlerinin boş olması. Bir Daruma bebeği aldığınızda, önce sadece bir gözünü dolduruyorsunuz. Bu, dileğinizi ve hedefinizi sembolize ediyor. Hedefinize ulaştığınızda ise diğer gözü dolduruyorsunuz. “Bu ne kadar da anlamlı bir ritüel,” diye içimden geçirdim. Bu ritüel, azminizi ve başarınızı simgeliyor. Japonlar için Daruma bebekleri, sadece bir sembol değil, aynı zamanda bir rehber gibi. Tapınağın her köşesinde yüzlerce Daruma bebeği vardı. Kimileri yağmurdan ıslanmış, kimileri ise zamanla eskimişti. Yine de her biri, çevresine bir yaşam enerjisi yayıyordu. Tapınağı dolaşırken, insanların bu bebeklere olan inançlarını ve saygılarını görmek etkileyiciydi. Birçok kişi dileklerini gerçekleştirdikten sonra Daruma bebeklerini buraya getirerek tapınağa bırakıyordu. Bu, bir tür teşekkür etme ve zaferi kutsama biçimiydi. “Bu bebeklerin her biri, farklı bir hikaye anlatıyor,” diye düşündüm. "Belki ben de, bir gün kendi hikayemle, bu tapınağa geri dönerim."

Tapınağın İçinde: Doğanın ve Ruhun Buluşması
Tapınağın iç kısmına doğru ilerledikçe, doğanın ve Budist inanışların iç içe geçtiği bir alanla karşılaştım. Taş yollar, ahşap merdivenler ve rengarenk yaprakların döküldüğü geniş avlular vardı. Yağmurun hafif sesi ve yere düşen damlaların yarattığı ritim, burayı daha da mistik bir hale getiriyordu. "Sanki doğanın kendisi, bir melodi çalıyor," diye düşündüm. Tapınak, meditasyon yapmak isteyenler için de bir sığınak gibiydi. İnsanlar sessizce ilerliyor, düşüncelerine dalıyor ve doğanın bu huzurlu alanında vakit geçiriyorlardı. Burada zaman adeta duruyordu. Modern dünyanın hızından uzakta, bir an için nefes alabileceğiniz bir yerdi burası. "Belki de ben de, birazdan burada meditasyon yaparım," diye içimden geçirdim. “Bu sakinlik, kalbime iyi geldi.” “Belki de burada, kendimi yeniden bulurum.”

Tapınakta Tanıştığım Yaşlı Çift: Japonyadan Kanadaya, Oradan Katsuojiye
Katsuoji Tapınağı’nın huzur veren atmosferinde yavaş adımlarla ilerlerken, yağmurun taş yollarda bıraktığı parlaklık ve Daruma bebeklerinin çevresine yaydığı sıcak enerji dikkatimi çekiyordu. Hafif bir rüzgâr eşliğinde taş bir bankın yanında oturan bir çift gördüm. “Belki onlarla sohbet edebilirim,” diye içimden geçirdim. Adam, gri saçlarını yağmurdan korumak için bir şemsiye tutuyordu; kadın ise güler yüzüyle bir Daruma bebeğine dikkatlice bakıyordu. Yanlarından geçerken nazikçe selam verdim, onlar da sıcak bir şekilde karşılık verdi. Bir anda kendimi sohbet ederken buldum. "Belki de bu karşılaşma, Budapeşte’deki gibi, hayatıma yeni bir yön verecektir,” diye düşündüm.


Onlarla Tanışma: Farklı Yaşamlar, Ortak Duygular
Kadın, adının Yukiko olduğunu söyledi; üniversitede sosyoloji dersleri veriyormuş. Kanada’da yaşıyorlarmış, ama aslında Kyoto doğumluymuş. Eşi Hiroshi ise emekli bir makine mühendisiymiş. Kanada’ya 30 yıl önce taşınmışlar, ama her fırsatta Japonya’ya gelip geçmişlerini ve kültürlerini hatırlamayı bir alışkanlık haline getirmişler. "Ne kadar da ilgi çekici insanlar," diye düşündüm. “Peki, Katsuoji’ye neden geldiniz?” diye sordum.

Yukiko, “Azim ve sabır sembolü olan bu tapınak bize hep bir hatırlatma gibi gelir. Yaşam, Kanada’da ne kadar sakin ve düzenli olsa da, Japonya’nın bu derinlikli ruhunu özlüyoruz,” dedi. Hiroshi ise gülümseyerek, “Ayrıca yağmur altında yürümek bizi genç hissettiriyor,” diye ekledi. O an, onların o sıcacık gülümsemesi, içimi ısıtmıştı. “Bu kadar farklı hayatlar yaşasak da, duygularımız ne kadar da aynı,” diye iç geçirdim.

Sohbetimizin Derinleşmesi: Hayatın Farklı Yüzleri
Konuşma, yaşamlarımıza dair daha fazla detaya dönüştü. Kanada’da yaşamın Japonya’ya göre nasıl daha farklı olduğunu anlattılar. Özellikle Hiroshi, mühendislik günlerini özlediğini ama artık seyahat etmeye daha fazla vakit bulabildiği için mutlu olduğunu söyledi. Yukiko, sosyoloji derslerinde Japon kültürünü öğrencilere nasıl anlattığını, Batı toplumunun bireyselliğiyle Japon toplumunun kolektif değerlerini karşılaştırmanın öğrenciler için ne kadar ilginç olduğunu paylaştı. “İşte Ulfajihu’nun bahsettiği hikayeler,” diye düşündüm. “Her bir hayatın kendine özel bir anlamı var.” Bende onlara ünlü yönetmen Yasujiro Ozu’nun hayranı olduğumu ve ‘Tokyo Story’ filminden bahsettim ve çok şaşırdılar. “Benim hayallerim de, çok uzaklarda değil,” dedim içimden. O an, hayatlarımızın farklı yollarda ilerlese de, ortak noktalarda buluşabileceğini hissettim. “Belki de ben, bu yolculuğumda yalnız değilim.”

Fotoğraf Çekimi ve Telefon Numaralarımızın Değişimi: Anları Ölümsüzleştirmek
Onlara, bu güzel anıyı saklamak için bir fotoğraf çekmek istediğimi söyledim. İkisi de heyecanla kabul etti. Bankın önünde, Hiroshi’nin elinde bir Daruma bebeği, Yukiko’nun ise tatlı bir gülümsemeyle yağmura rağmen poz verdiği bir fotoğraf çektim. Fotoğrafın güzelliği karşısında hepimiz memnuniyetle gülümsedik. Sonrasında telefon numaralarımızı değiştik. Bu küçük ama samimi buluşmanın bir şekilde devam etmesini istedik. Tam ayrılmadan önce, aklıma bir fikir geldi. "Umarım bu güzel karşılaşma, gelecekte de devam eder," diye içimden geçirdim.

Antalyaya Davet: Yeni Bir Macera Çağrısı
Hiroshi ve Yukiko’ya; “Türkiye’ye gelmeyi hiç düşündünüz mü? Özellikle Antalya’ya?” İkisi de şaşkın ama mutlu bir şekilde birbirlerine baktılar. “Belki, bir gün o hayali de gerçekleştiririz,” diye düşündüm. İstanbul’a geldiklerinden bahsettiler. Yukiko, “Antalya’yı duyduk, ama hiç gitmedik. Bu bir davet mi?” diye sordu. “Kesinlikle bir davet!” olduğunu söyledim. Bu fikir onları o kadar heyecanlandırdı ki Hiroshi, “Belki de önümüzdeki yıl Türkiye’ye geliriz. Bu, yeni bir macera olur,” dedi. O an, o insanların ne kadar maceraperest olduğunu anladım. “Belki de bizim hayatımız da, beklenmedik bir yöne doğru gidecek,” diye düşündüm. “Belki de, hayatın hikayesi, her zaman beklenmedik anlar ve karşılaşmalarla dolu.”

Sonraki Adımlar: Bağlar ve Hayaller
Hiroshi ve Yukiko ile vedalaşırken, bir gün onların Kanada’daki hayatlarını görmeyi, belki onların kültürlerini daha yakından tanımayı diledim. Bu tapınak, sadece bir gezi noktası olmaktan öte, bir bağ kurma noktası olmuştu. O gün Katsuoji Tapınağı’ndan ayrılırken, fotoğraf makinemde onların gülümsemelerini saklıyor, cebimde ise Japonya ve Türkiye arasında kurulmuş bir dostluk hikayesini taşıyordum. “Hayatımda yeni bir sayfa açılıyor,” diye içimden geçirdim. “Ve belki bu yeni sayfa, bambaşka şehirlerde, yepyeni dostluklarla yazılacak.” Bir gün Antalya sahillerinde birlikte kahve içmek dileğiyle… “Ve belki de o an, bu karşılaşmanın anlamını tam olarak anlayacağım.”

Geri Dönüş: Azmin ve Umudun İzinde
Ziyaretimin sonunda tapınağın hediyelik eşya dükkânına uğrayarak kendime küçük bir Daruma bebeği aldım. Bu bebek, benim için hem bir hatıra hem de gelecekteki hedeflerim için bir motivasyon kaynağı olacaktı. Sırt çantama koyarken, buranın bana verdiği huzuru ve ilhamı düşündüm. “Bu bebek, her zaman bana doğru yolu gösterecek,” diye düşündüm. Otobüse doğru yürürken yağmur hâlâ hafifçe yağıyordu. Katsuoji Tapınağı, sadece bir ziyaret noktası değil, aynı zamanda bir öğrenme alanıydı. Azim, sabır ve yılmazlık üzerine bir ders gibiydi. Yolculuk boyunca aklımda hep aynı düşünce vardı: “Yedi kere düş, sekiz kere kalk.” Hayatın zorlukları ne olursa olsun, asıl zafer yeniden kalkmayı başarmaktı. Bu tapınak, bunu hatırlatmak için mükemmel bir yerdi. “Belki de ben, düşmekten hiç korkmamalıyım. Çünkü her düşüş, yeni bir başlangıç olabilir,” diye içimden geçirdim. " Ve her düşüşten sonra, ayağa kalkmak için bir motivasyonum var: Hayallerim!"

 

Prag


Prag'ta Jazz Gecesi...

 

Budapeşte’deki büyüleyici birkaç günün ardından sabah erken saatlerde Prag’a doğru yola çıktım. "Bakalım, Prag da beni büyüleyecek mi?" diye düşündüm. Tren yolculuğu hem rahat hem de Avrupa’nın eşsiz doğa manzaralarını izleme fırsatı sundu. “Ne kadar da güzel manzaralar var,” diye iç geçirdim. "Belki de bir gün, bu manzaraların her birini fotoğraflarım.” Tren, öğleden sonra Prag’a vardı. Şehre yaklaşırken kırmızı çatılar, tarihi köprüler ve Vltava Nehri’nin sakinliği beni karşılamaya başladı. “İşte Prag,” dedim içimden heyecanla, “sanki bir masal şehrine geldim.” İstasyondan çıkıp Airbnb’den kiraladığım eve doğru yürümeye başladım. Ev, tren istasyonuna yakın, sessiz bir sokakta yer alıyordu. Akşamüstü saatlerinde Prag’ın meşhur altın ışığı binaları yumuşakça aydınlatıyordu. Sokaklarda yürürken hem şehrin tarihi havasını hem de modern yaşamın izlerini fark etmek mümkündü. "Bu şehir, hem eskiyi hem de yeniyi ne kadar güzel bir arada tutuyor," diye düşündüm. “Belki de ben, buranın fotoğraflarını çekerek, bu dengeyi daha iyi yansıtabilirim.”

Airbnb’de İlk İzlenimlerim: Sıcak Bir Karşılama
Eve vardığımda beni temiz ve düzenli bir ortam karşıladı. Airbnb’de kalmak, seyahatlerimde genelde tercih ettiğim bir seçenek, çünkü ev ortamı sunması ve rahat hissettirmesi benim için önemli. "Kendimi evimde gibi hissediyorum," diye içimden geçirdim. Ev geniş, aydınlık ve modern bir şekilde dekore edilmişti. Yerlerde parke, mutfakta modern eşyalar ve oturma alanında konforlu bir kanepe vardı. Yatak odası ise sade ama oldukça şıktı; temiz beyaz çarşaflar ve yumuşacık bir yastık beni bekliyordu. Uzun bir yolculuktan sonra, böyle bir ortamda kendimi hemen rahat hissettim. Pencereden dışarı baktığımda şehrin taş döşeli sokaklarını, park etmiş birkaç tramvayı ve arka planda yükselen tarihi binaları görebiliyordum. “Prag’a geldiğimi artık iyice hissetmeye başlamıştım,” diye düşündüm. “Bu şehir, sanki bana ‘Hoş geldin’ diyor. Belki de bu pencere, benim için yeni bir ilham perdesi olacak.” "Umarım burada da Budapeşte’deki gibi güzel anılar biriktirebilirim ve belki de bu şehir, fotoğrafa olan tutkumu daha da derinleştirir."

Yerel Para Birimiyle Tanışma: İlk Adım
Prag, Avrupa Birliği üyesi olmasına rağmen Euro yerine kendi para birimi olan Çek Korunası (CZK) kullanıyor. Bu nedenle dışarı çıkmadan önce biraz yerel para bozdurmam gerekti. Neyse ki istasyona yakın bir döviz bürosu bulmak hiç zor olmadı. “Bu işi de hemen halletmeliyim,” diye içimden geçirdim. Euro’mu Çek Korunası’na çevirirken hızlı bir matematikle kafamda oranları hesaplamaya çalıştım. İlk başta biraz karmaşık gibi gelse de döviz kurları oldukça açıktı. Bu küçük para bozdurma macerası, aynı zamanda Prag’ın ekonomik düzenine ve günlük hayatına bir adım atmama vesile oldu. Bozdurduğum parayı alırken, elimdeki Çek Korunası banknotlarının tasarımlarına dikkatlice baktım. Hepsi tarihî figürlerle süslenmişti ve oldukça estetik bir görünüme sahipti. "Bu para bile, bu şehrin ne kadar köklü bir geçmişe sahip olduğunu anlatıyor," diye düşündüm. “Belki de bu banknotlar, benim Prag’ı daha yakından tanımamı sağlayacak küçük birer anahtardır.” "Belki de bir gün, bu şehrin para biriminin hikayesini de anlatırım."

Prag’da İlk Keşif: Şehrin Büyüsüne Kapılmak (İç Monologlarla)
Para işini hallettikten sonra şehrin sokaklarında kısa bir yürüyüşe çıktım. İstasyona yakın bu bölgede, hem yerel halkın günlük hayatına hem de şehri keşfetmeye gelen turistlerin coşkusuna tanıklık ediyordum. Gün batımı, Prag’a mistik bir atmosfer katmıştı. Hafifçe serinleyen hava, tarihi yapılar arasında dolaşırken insanın ruhunu dinlendiren bir his uyandırıyordu. Günün yorgunluğu yavaş yavaş üzerime çökerken eve dönüp dinlenmeye karar verdim. Pencereden dışarı bakıp Prag’ın akşam ışıklarıyla aydınlanan sokaklarını izlerken, bu şehrin bana daha neler sunacağını merak ediyordum. İlk izlenimlerim oldukça olumlu, Prag’ın büyüleyici havasını keşfetmek için sabırsızlanıyordum. Yarın beni Vltava Nehri kıyısında uzun bir yürüyüş ve meşhur Karl Köprüsü’nün altındaki masalsı manzaralar bekliyordu. "Bu şehri, daha yakından tanımak istiyorum," diye içimden geçirdim. “Belki de Prag, benim için yeni bir ilham kaynağıdır ve fotoğraflarım aracılığıyla, bu şehrin büyüsünü insanlara aktarırım."

Prag’da Cazın Kalbi: Jazz Republic
Akşamın ilerleyen saatlerinde, daha önce müzisyen arkadaşlarımın sıkça bahsettiği Jazz Republic Bar’a gitmek üzere yola çıktım. “Belki burada, yeni insanlarla tanışırım ve hayatıma yeni bir melodi katabilirim,” diye düşündüm. Prag’ın Old Town bölgesinde, tarihi sokakların arasında gizlenmiş bu mekân, caz severler için bir buluşma noktası olarak biliniyor. Bar, dışarıdan bakıldığında sade bir tabelayla kendini belli ediyordu. Ancak içeri girdiğimde, atmosferin tamamen farklı olduğunu hemen anladım. “Burası farklı bir atmosfere sahip olacak gibi,” diye içimden geçirdim. “Bakalım, cazın büyüsü beni nasıl etkileyecek? Belki de bu gece, beni yepyeni bir dünyaya götürür, ve fotoğrafa olan bakış açımı değiştirir.” “Belki de ben, bu mekanda, yeni bir hikaye yakalarım.”

Cazın Kalbinde Bir Tarih: Jazz Republic
Prag’ın caz tarihine tanıklık eden bir mekân. 1920’lerde inşa edilen bu bina, başlangıçta bir tiyatro salonu olarak kullanılmış, ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra caz kulübüne dönüştürülmüş. Bu dönemde, Prag’ın caz sahnesi önemli bir merkez haline gelmiş ve birçok ünlü caz sanatçısı burada performans sergilemiş. Bar, o günden beri cazın kalbi olarak bilinir ve birçok yerel ve uluslararası müzisyeni ağırlamaya devam eder. Duvarlardaki fotoğraflar ve afişler, bu mekânın zengin geçmişine birer saygı duruşu niteliğinde. “Bu mekan, sadece müzik yapmak için değil, aynı zamanda bir tarih yazmak için de var,” diye düşündüm. “Ve belki de benim fotoğraflarım da, o tarihin bir parçası olabilir.”

Jazz Republic’e İlk Adım: Geçmişe Yolculuk
Bar, tarihi bir binanın alt katlarında yer alıyor. Girişten itibaren merdivenler sizi aşağıya doğru üç kat indiriyor. “Sanki bir yeraltı dünyasına iniyorum,” diye düşündüm. Her katın duvarları, Prag’ın eski caz kültürünü yansıtan siyah-beyaz fotoğraflar ve afişlerle süslenmiş. Mekânın duvarlarında hafifçe kararmış tuğla dokusu ve loş ışıklar, nostaljik bir hava yaratıyor. Aşağı indikçe, sahneden gelen hafif bir saksafon melodisi duyulmaya başlıyor ve sizi cazın büyülü dünyasına hazırlıyor. “Bu müzik, beni adeta büyülüyor,” diye iç geçirdim. “Umarım burada, daha önce hiç yaşamadığım bir deneyim yaşarım. Ve bu anları, fotoğraflarımla ölümsüzleştiririm.” Barın ana salonuna vardığımda sıcak ve samimi bir ortamla karşılaştım. Sandalyeler ve masalar ahşaptan, hafif eskimiş ama bir o kadar da otantik bir hava taşıyor. Yer yer minderlerle kaplanmış banklar, kalabalığın daha rahat bir şekilde oturmasını sağlıyor. Mekânda, yoğun bir kahverengi ve kırmızı ton hakim. Sahnede performans sergileyen grup, tam bu nostaljik atmosferi tamamlayan bir görüntü sunuyor. “Buraya bayıldım,” diye içimden geçirdim. "Bu mekan, resmen bir zaman tüneli ve ben, bu tünelin sonunda, kendimi yepyeni bir insan olarak bulacağım ve fotoğrafa yeni bir pencere açacağım.” “Belki de burası, fotoğraf tutkumun yeni bir başlangıç noktası.”

Caz Grubunun Performansı: Müziğin Büyüsü
Sahnede üç kişilik bir caz grubu vardı: bir saksafon sanatçısı, bir elektro gitarist ve davulcu. “İşte başlıyor,” diye içimden geçirdim. Saksafonun kadifemsi melodileri, elektro gitarın modern dokunuşlarıyla birleşiyor ve arkada davulun yumuşak ritmiyle büyüleyici bir atmosfer yaratıyordu. Performansları hem sakinleştirici hem de canlandırıcıydı. Arka planda mekânın diğer konukları, bu müziği sessizce dinlerken başlarını ritme hafifçe sallıyorlardı. Arada birkaç kişi, kendi aralarında mırıldanarak çalan parçaları tanıdıklarını belirtiyor, bu da müzikle kurulan kişisel bağın güzel bir göstergesi oluyordu. "Bu müzik, benim ruhumu okşuyor," diye iç geçirdim. “Sanki her bir nota, kalbime dokunuyor ve beni yepyeni bir dünyaya götürüyor. Belki de benim yolculuğum, bu müzikle yeni bir anlam kazanacak, ve benim fotoğraflarım da, bu anın hislerini yansıtacak.”

Cazın Ritmi ve Işığın Dansı:
Saksafonun hüzünlü melodisi, sanki yağmur damlalarının cama vuruş sesini andırıyordu. Elektro gitarın modern tonları, mekanın loş ışıklarıyla uyumlu, sahnedeki spotların neon parıltıları gibiydi. Davulun yumuşak ritmi ise mekânın kalbi gibiydi, adeta içten içe atan bir nabız gibiydi. Bu müzikle birlikte ortamın kokusu, ahşabın ve eski zamanların hafif bir karışımı gibiydi. Ve o anda, ben sadece müzik dinlemiyordum, müziği hissediyordum. “Bu mekan, sadece bir müzik kulübü değil, adeta bir duyusal deneyim,” diye içimden geçirdim.

Sahnede performans sergileyen caz grubunu izlerken, hemen fotoğraf makinemi çıkardım. Müzik devam ederken, saksafon sanatçısının yüzündeki ifadeyi, gitaristin parmaklarının teller üzerindeki dansını ve davulcunun ritme kendini kaptırmış halini fotoğrafladım. Loş ışıklar, cazın melankolik atmosferini çok güzel yansıtıyordu. O an, bu anları sadece kaydetmek değil, aynı zamanda o anki duygularımı fotoğraflarıma yansıtmak istediğimi hissettim. İşte tam o anda, fotoğraf tutkumla, hikaye anlatma tutkumun birleştiğini fark ettim. Belki de Ulfajihu’nun bana öğrettiği şey, işte tam da buydu.”

El Yapımı Biraların Tadına Bakmak: Lezzet Keşfi
Mekâna özgü bir diğer özellik de el yapımı biralarıydı. “Burada sadece müzik değil, biralar da konuşuyor,” diye düşündüm. Menüde farklı türlerden birçok bira vardı; her biri yerel tariflerle hazırlanmış ve Prag’a özgü aromalar içeriyordu. Garsonun önerisiyle, karamelli ve hafif kavruk bir aromaya sahip koyu renkli bir bira sipariş ettim. “Umarım bu öneri, beni hayal kırıklığına uğratmaz,” diye düşündüm. Bardaktan yükselen hafifçe malt kokusu, tadını merakla beklememi sağladı. İlk yudumda hafif acılık ve karamelsi tat, damağımda mükemmel bir denge kurdu. “Bu ne kadar da eşsiz bir lezzet,” dedim içimden. Yan masadaki bir çift ise meyvemsi bir bira deneyerek birbirleriyle tadım notlarını paylaşıyordu. “Ne kadar da güzel bir paylaşım,” diye düşündüm. Bar, sadece caz müziğiyle değil, bu özel biralarıyla da bir kültür yaratmış gibiydi. “Bu bira, Prag’ın ruhunu taşıyor,” dedim içimden. “Bu tadı, uzun süre unutmayacağım. Belki de ben, bu şehirde, yeni lezzetler keşfetmeye devam etmeliyim.”

Biranın Tadı:
Bira, dilimde hafif bir acılık bırakırken, karamelli tatlar damağımı okşuyordu. Sanki içimde bir sıcaklık ve huzur hissi uyandırıyordu. Bardaktan gelen hafif malt kokusu, eski ahşabın ve caz müziğinin hafif kokusuyla karışınca, adeta büyülü bir etki yaratıyordu. “Bu bira sadece bir içecek değil, aynı zamanda mekanın ruhunu yansıtan bir lezzet,” diye düşündüm. “Belki de ben, bu lezzetlerin de hikayesini anlatmalıyım.”

Jazz Republic’te Geçen Zaman: Huzur ve Samimiyet
Barın içindeki insanlar, mekânın atmosferine uyum sağlamıştı. Gelenlerin çoğu orta yaş grubundaydı, sakin ve kültürlü bir duruş sergiliyorlardı. Herkesin yüzünde hafif bir gülümseme vardı; burası, müziğin ve sohbetin rahat bir şekilde birleştiği bir yerdi. Garsonlar samimi ve ilgiliydi; sahneye yakın oturduğum için arada bir gelip bira ya da atıştırmalık isteyip istemediğimi soruyorlardı. Masalara konulan mum ışıkları, loş ortamı daha da sıcak hale getiriyordu. "Bu ne kadar da huzur verici bir atmosfer," diye düşündüm. “Burada zaman durmuş gibi. Belki de bu gece, kendimi tamamen müziğe ve bu şehrin atmosferine bırakmalıyım. Belki de ben, buradaki insanların hikayelerini dinlemeliyim ve belki bir gün, onların hayatlarına fotoğraflarım aracılığıyla dokunabilirim.”

Jazz’ın Sihri: Müzikle Bütünleşmek
Müzik devam ettikçe sahnedeki grup, doğaçlama performanslarla dinleyenleri mest etti. Saksafon sanatçısı, ara sıra uzun ve duygusal sololarıyla seyircileri adeta hipnotize ediyordu. “Bu saksafon, sanki bir ruh gibi,” diye içimden geçirdim. Elektro gitarın daha modern tonları ise parçaları bir adım öteye taşıyor, davulun dengeli ritmi bu uyumu mükemmel şekilde tamamlıyordu. Bu büyüleyici atmosferde zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim. “Bu müzik, benim ruhumu okşuyor,” diye içimden geçirdim. “Sanki her bir nota, kalbime dokunuyor ve beni yepyeni bir dünyaya götürüyor. Belki de benim yolculuğum, bu müzikle yeni bir anlam kazanacak, ve belki bu gece, içimde bastırdığım duygular, bu cazın büyüsüne kapılarak ortaya çıkacak.” “Belki de ben, bu müzikle, kendi iç sesimi daha net duyacağım.”

Jazz Republic’ten Norveçli Bankacılarla Eğlenceli Bir Gece: Beklenmedik Bir Karşılaşma
Jazz Republic’te geçirdiğim keyifli saatlerin ardından kapıya çıktığımda, yağmur hafif çiselemeye devam ediyordu. “Şimdi eve dönme zamanı,” diye düşünürken, kapının önünde oldukça enerjik bir grup dikkatimi çekti. Eğlenceli kahkahalar atıyor, birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Hemen yanımdan geçerken içlerinden biri bana dönüp, “Merhaba, sen de yalnız gibi görünüyorsun, bize katılmak ister misin?” dedi. “Ne kadar da samimi bir davet,” diye içimden geçirdim. Bu davet, içten bir gülüşle geldiği için tereddüt etmeden sohbete dahil oldum. “Neden olmasın? Belki bu gece, daha da eğlenceli bir hale gelebilir ve bu beklenmedik karşılaşma, beni yepyeni hikayeler keşfetmeye götürür,” diye içimden geçirdim. “ Belki de bu gece, bir fotoğrafçı olarak, hayatın her anına daha iyi odaklanmayı öğreneceğim."

Norveç’ten Bankacılar: Yeni Bir Macera
Grup, Norveç’ten bir toplantı için Prag’a gelmiş bankacılardan oluşuyordu. “Bu ne kadar ilginç bir tesadüf,” diye düşündüm. İşlerini bitirmişler ve geceyi eğlenceli bir şekilde değerlendirmek istiyorlardı. Aralarından biri, bir uygulamadan bahsetti. Bu uygulama, şehirdeki turistlere gece hayatını tanıtmak için özel rehberler ayarlıyordu. “Rehber, eğlenceli bir çift olarak geliyor ve bizi Prag’ın en iyi gece kulüplerine, barlarına ve gizli köşelerine götürüyor,” diye açıkladılar. Benim de katılabileceğimi söylediklerinde, “Neden olmasın?” dedim. “Belki bu gece, Prag’ın başka bir yüzünü keşfederim ve belki de ben, bu gece, hayatın farklı tonlarını deneyimlerim,” diye düşündüm. Uygulama üzerinden ücreti kolayca ödedim ve grup heyecanla rehberlerin gelmesini beklemeye başladı. “Bu ne kadar da beklenmedik bir şey,” diye düşündüm. “Sanki hayat, bana yeni bir macera sunuyor. Tahta kurularının yarattığı kabustan sonra, hayatım yeniden renklenecekmiş gibi.” "Ve belki de, bu macerayı fotoğraflarımla, herkese anlatacağım.”

Rehberlerin İlginç Girişi: Şov Başlıyor
Kısa bir süre sonra rehber çift geldi ve onları görür görmez şaşkınlıkla karışık bir kahkaha attım. “Bu da neydi böyle?” diye içimden güldüm. İkisi de oldukça ilginç ve renkli kostümler giymişti. Kadın rehber uzun, parlak bir kırmızı elbise ve başında tüylü bir şapka takmıştı. Erkek rehber ise kocaman bir papyon, mor bir ceket ve pırıl pırıl bir fötr şapka ile adeta bir şov dünyasından fırlamış gibiydi. İkisi de enerjik ve oldukça sempatikti. “Hazırsanız Prag’ın en renkli gece hayatını keşfetmeye gidiyoruz!” dediler. “Bu ne kadar da eğlenceli bir başlangıç,” diye düşündüm. "Belki de bu gece, Budapeşte’deki tahta kurularından sonra, bana bir tür şifa olacak. Ve belki de ben, hayatın eğlenceli yüzünü yeniden hatırlayacağım." “Belki de bu gece, benim hayatımın bir tiyatrosu gibi olacak.”

Rehber çift, sadece kostümleriyle değil, aynı zamanda enerjileri, mizah anlayışları ve şakalarıyla dikkat çekiyordu. Kadın rehberin adı Eliska idi ve o, Prag'da doğup büyümüş, şehirdeki tüm gizli mekanları ve hikayeleri biliyordu. Eliska, hem cazibeli hem de zekiydi ve her an bir sürpriz yapmaya hazırdı. Erkek rehberin adı ise Jan'dı ve o, Prag’a taşınmış bir tiyatro oyuncusuydu. Jan, teatral hareketleri, komik anlatımı ve sürekli taklitler yapmasıyla ortamı her zaman neşelendiriyordu. Eliska’nın keskin zekası ve Jan’ın teatral yeteneği, grubu hiç sıkmadan, sürekli eğlendirmeyi başarıyordu. “Bu rehberler, gerçekten de işlerini biliyorlar,” diye düşündüm. “Onların hayat hikayeleri de ne kadar da ilginç. Belki bir gün, onların hayatlarını da fotoğraflarım.”

Geceyi Başlatıyoruz: Kokteyller, Sohbetler ve Yeni Yollar
İlk durak, Old Town’daki bir kokteyl barıydı. Rehberler, hem mekân hakkında bilgiler veriyor hem de bize özel içecek önerilerinde bulunuyorlardı. “Sanki bir rehberli turdayım ama bu sefer, gece hayatı turu,” diye düşündüm. Barın içi klasik bir Art Deco tasarımına sahipti ve menüde Prag’a özgü tatlar dikkat çekiyordu. “Bu bar da, çok şık,” diye içimden geçirdim. “Belki de burada, Prag’ın gizli kokteyllerini keşfederim ve yeni tatlar denerim.” Burada biraz vakit geçirdikten sonra rehberler bizi daha farklı bir atmosfere sahip bir mekâna götürmek üzere yola çıkardı. Yolda rehberlerin enerjisi hiç düşmüyordu. Prag’ın sokaklarında yürürken, her köşe başında şehir hakkında eğlenceli hikayeler anlatıyor, arada bizi durdurup komik grup fotoğrafları çekiyorlardı. Norveçli grup da oldukça samimi ve eğlenceliydi; sürekli şakalar yapıyor, Prag’a dair merak ettiklerini rehberlere soruyorlardı. “Sanki ben de, bu gruba çoktan katılmış gibiyim,” diye düşündüm. “Belki de ben, her yerde, yeni dostluklar kurabilen bir insanım ve belki de bu yolculukta, yeni bir benlikle tanışıyorum.”

Kokteyl Barda
Kokteyl barda, hafif bir nane kokusu, karışık meyvelerin tatlı rayihası ve buzların şıngırtısı birbirine karışıyordu. Duvardaki aynalara vuran renkli ışıklar, ortamın canlılığına canlılık katıyordu. Bardaki müzik, düşük sesle çalınıyordu ve sohbetleri bölmüyordu. “Bu kokteyl barı, sadece içecekler sunmuyor, aynı zamanda çok güzel bir ambiyans da yaratıyor,” diye içimden geçirdim. "Belki de bu gece, sadece içeceklere değil, bu atmosferin de tadını çıkaracağım."

Prag’ın Gizli Gece Kulübü: Müzik, Dans ve Özgürlük
Rehberler sonunda bizi “sadece özel misafirlere açık” dedikleri gizli bir gece kulübüne götürdü. Mekân, dışarıdan eski bir apartman gibi görünüyordu, ama içeri girdiğimizde adeta bambaşka bir dünyaya adım attık. “Burası kesinlikle gizli bir cennet,” diye düşündüm. Duvarlar neon ışıklarla kaplıydı, yerlerde geometrik desenli halılar ve devasa bir dans pisti vardı. DJ kabininde bir sanatçı, modern elektronik müzik çalarken, barın etrafında insanlar dans ediyordu. “Burası harika,” diye içimden geçirdim. “Sanki bir başka evrene geldim. Ve belki de bu evrende, kendimi yepyeni bir insan olarak yeniden keşfedeceğim. Ve belki de bu gece, kendimi müziğe tamamen bırakmalıyım.” “Belki de ben, artık fotoğraf makinemle değil, dans pistinde hikayeler anlatmalıyım.” Grup, bu enerjik ortamda hemen dağıldı. Norveçliler dans pistine atladı, ben ise rehberlerin önerisiyle Prag’a özgü bir kokteyl denemeye karar verdim. Kokteyl, absinthe ve limonla yapılan hafif acımtırak bir içecekti ve gerçekten eşsiz bir aroması vardı. “Bu da ne kadar ilginç bir tat,” diye düşündüm. “Prag, beni her an şaşırtmaya devam ediyor. Belki de bu kokteyl, benim yeni başlangıçlarımın sembolü olabilir."

Gece Kulübünün Enerjisi ve Coşkusu
Gece kulübündeki neon ışıklar, adeta birer renk cümbüşüydü ve her bir renk, farklı bir duygu yansıtıyordu. Elektronik müziğin ritmi, dans pistindeki ayak sesleriyle birleşiyor, herkesi bir trans haline sokuyordu. Kokteylin acımtırak tadı, dilimde uzun süre kalıyor, içimi ısıtıyor ve farklı bir heyecan veriyordu. Kalabalıktan gelen ter kokusu, enerji ve müziğin titreşimi adeta tüm vücudumu sarmıştı. “Bu gece kulübü, sanki bütün duyularımı harekete geçirdi,” diye düşündüm. "Belki de bu gece, kalbimin sesini daha iyi duyacağım. Ve belki de, ben de kendimi bu müziğe ve dansa bırakmalıyım.”

Gece kulübünün ortasında, Norveçli gruptan biri, dans ederken takılıp düşecek gibi oldu. Neyse ki hemen yakalandı ve kimse zarar görmedi. O an, hepimiz birlikte kahkahalarla güldük. O an, müziğin ve dansın yarattığı enerjiye kapılırken, hayatın beklenmedik anlarıyla daha da yakınlaştığımızı hissettim.

Gece kulübünün neon ışıkları ve dans eden insanların enerjisini yakalamak istedim. Tripod kullanmadan, daha hareketli, daha dinamik kareler yakalamaya çalıştım. Bu fotoğrafların, o anki duygularımı ve coşkumu, daha iyi yansıtabileceğini düşündüm. Belki de bu, Ulfajihu’nun bana öğrettiği bir dersti, ve belki de ben, fotoğrafı sadece bir belge olarak değil, aynı zamanda bir duygu aktarıcı olarak da kullanabilirdim. “Belki de ben, artık sadece fotoğraf değil, bir ressam da olabilirdim.”

Geceye Damga Vuran Anlar: Eğlencenin Dorukları
Gece ilerledikçe rehber çiftin sürprizleri bitmek bilmedi. Bir ara bize kısa bir salsa dersi verdiler ve herkes sahnede birbirine eşlik ederek dans etti. “Sanki hayatımın filminde, dans etme sırası bana geldi,” diye düşündüm. Norveçli grup, şaşırtıcı derecede uyumluydu ve arada komik figürlerle dans pistine renk kattılar. Bu sırada ben, bir köşede Prag’ın gece hayatının ne kadar çeşitli ve eğlenceli olduğunu düşünüyor, anın tadını çıkarıyordum. “Bu geceyi, her anıyla hatırlayacağım,” diye içimden geçirdim. “Bu şehir, sadece tarihiyle değil, gece hayatıyla da çok etkileyici. Belki de ben, artık fotoğraf makinem yerine, bazen kalbime ve duygularıma kulak vermeliyim.” “Belki de bu gece, Ulfajihu’nun bana öğrettiği şeyi anlamaya başladım. Belki de ben, sadece fotoğraflara değil, hayata da daha çok odaklanmalıyım. Belki de ben, artık anları yaşamalıyım.”

Gecenin Sonu ve Yeni Dostluklar: Umut Veren Vedalar
Saatler ilerledikçe yorgunluk kendini hissettirmeye başladı. Rehberler bizi tekrar Old Town meydanına kadar getirdi. Norveçli grup, “Bu gece inanılmazdı, sen de aramıza katıldığın için çok memnun olduk!” dedi. Telefonlarımızı değiş tokuş ettik ve onların Norveç’te olduğunu duyunca, “Bir gün Norveç’e gelirsem kesinlikle sizinle buluşmak isterim,” dedim. Onlar da Prag’dan sonraki tatilimde beni kesinlikle Norveç’e beklediklerini söylediler. “Belki de o zaman, bu hikayeyi bir de onların gözünden öğrenirim,” diye düşündüm. Bu gece, sıradan bir bardan çıkıp rehberlerle Prag sokaklarında başlayan bir macera olarak hafızama kazındı. İnsanlarla bağ kurmanın, farklı kültürlerden dostluklar yaratmanın keyfini bir kez daha hissettim. “Belki de bu karşılaşma, hayatımda yepyeni bir sayfa açacak,” diye düşündüm. Şimdi Prag sadece tarihi bir şehir değil, aynı zamanda unutulmaz anılarla dolu bir yolculuk noktası oldu. "Ve belki de ben, bu yolculuk sayesinde, kendimi daha iyi tanımaya başlıyorum.” “Belki de ben, bu gece, kendime bir söz verdim. O da, hayatımın hikayesini yazmaya devam etmek.”

Daveti Unutmadım: Bir Sonraki Macera
Son olarak, “Eğer yolunuz Türkiye’ye düşerse, özellikle Antalya’ya mutlaka gelin. Size sahillerimizi ve yemeklerimizi göstermek isterim,” diyerek onları davet ettim. “Ben de, onların bu unutulmaz gecede, hayatlarına bir renk katmıştım,” diye düşündüm. Grubun lideri, “Antalya harika bir fikir, belki bir sonraki tatilimizde seni şaşırtırız!” dedi. Bu gece, sıradan bir bardan çıkıp rehberlerle Prag sokaklarında başlayan bir macera olarak hafızama kazındı. İnsanlarla bağ kurmanın, farklı kültürlerden dostluklar yaratmanın keyfini bir kez daha hissettim. “Belki bu davet, gelecekte beni yepyeni maceralara sürükleyecek, ve belki de ben, hayatımın yeni bir bölümünü, Norveç’te yazacağım,” diye içimden geçirdim. Şimdi Prag sadece tarihi bir şehir değil, aynı zamanda unutulmaz anılarla dolu bir yolculuk noktası oldu. "Ve belki de ben, bu yolculuktan sonra, bambaşka biri olarak döneceğim.” “Belki de bu gece, benim hayatımı değiştiren bir başlangıçtı. Belki de ben, şimdiye kadar sadece fotoğraflara değil, kalbimin sesine de kulak veriyorum.” “Ve belki de ben, artık kendime yepyeni bir söz verdim. O da, hikayemi yazmaya devam etmek.”

Norveçli bankacılarla kurduğum bu sıcak dostluk, bana yeni bir umut ve heyecan vermişti. Telefonlarımızı değiştiğimizde, içimde bir gün onların Norveç’teki yaşamlarına konuk olma ve belki de o anları fotoğraflama hayali belirdi. Ya da belki, bir gün o neşeli grubu Antalya'da misafir eder, onlara Türkiye'nin güzelliklerini gösterirdim. Bu gece, sıradan bir karşılaşmanın ötesine geçmiş, hayatımın yeni bir yönünü işaret eder gibiydi. Prag’daki bu caz gecesi, aslında hayatımın ritmini değiştiren, yeni notalar eklediğim bir besteye dönüşmüştü ve bu besteyi, tüm dünyayla paylaşmayı arzuluyordum. “Belki de ben, bu hikayeyi, herkese anlatmalıyım.”

 

 

Budapeşte


Budapeşte'ye İlk Adım:
Pegasus'un Ucuz Biletiyle Başlayan Güzel Bir Macera.

 

Avrupa uçuşuma birkaç ay kala Pegasus Havayolları'nın inanılmaz bir kampanyasına denk gelmiş, düşünmeden Budapeşte'ye biletimi almıştım. O zamanlar tarih henüz çok uzaktaydı ama şimdiki gibi bir gün geleceğini bilerek heyecanla beklemiştim. İşte o gün geldi ve nihayet uçağım Budapeşte Ferenc Liszt Uluslararası Havalimanı’na indi. Havalimanının düzenli ve modern yapısıyla karşılaştım. Şehir merkezine 16 kilometre mesafede, oldukça ulaşılabilir bir konumdaydı. Terminalin içi geniş, aydınlık ve sade bir şekilde tasarlanmıştı. Pasaport kontrolü oldukça hızlı ilerledi ve bagaj alım alanı düzenliydi. Şehir merkezine ulaşım konusunda birçok seçenek vardı. Havalimanının hemen dışındaki otobüs durakları ve taksi hizmetleri, şehirle bağlantıyı kolaylaştırıyordu. Ben, otobüs ve metro kombinasyonunu kullanarak merkeze ulaşmayı tercih ettim. Yol boyunca, şehri ve tarihi dokusunu ilk kez görmenin heyecanını yaşadım. Bu havalimanı, Budapeşte’ye başlangıç için oldukça pratik ve keyifli bir giriş noktasıydı.

Kiraladığım Eve Varış

Booking.com üzerinden daha önce ayarladığım evi bulmak için birkaç durak sonra metrodan indim. Ev, şehrin tam kalbindeydi, Parlamento Binası'na ve Tuna Nehri’ne birkaç dakikalık yürüme mesafesindeydi. Eski bir apartmanın ikinci katında bulunan bu dairenin kapısında beni ev kiralama ofisinin çalışanı karşıladı. Güler yüzlü, sıcakkanlı bir kadındı ve beni içeri davet etti. Daire oldukça sade ama bir o kadar da sıcak bir atmosfere sahipti. Yüksek tavanlı odaları ve vintage mobilyalarıyla tipik bir Budapeşte dairesiydi. Valizimi bırakırken görevli, bana yakındaki restoranlar ve fotoğraf çekilecek yerler hakkında birkaç tavsiyede bulundu. Eşyalarımı hızlıca yerleştirdikten sonra dayanamadım ve fotoğraf makinemi kaptığım gibi dışarı çıktım.

Sokaklarda İlk Adımlar

Budapeşte sokaklarına ilk kez adım attığımda hissettiğim şey, zamanda bir yolculuğa çıkmış gibi olduğumdu. Tarihi binalar, Arnavut kaldırımlı dar sokaklar ve Tuna Nehri boyunca uzanan muhteşem manzaralar… İlk durağım, Zincir Köprü’nün (Széchenyi Lánchíd) olduğu yerdi. Altın saatlerde yakalanan ışık, fotoğraf için tam da aradığım sahneyi oluşturmuştu. Parlamento Binası’nın ihtişamlı duruşuna hayran kaldım. Yapının önünde birkaç fotoğraf çektikten sonra Özgürlük Meydanı'na doğru yürümeye başladım. Şehir, adeta her köşede fotoğraflanmayı bekleyen bir sanat eseri gibiydi. İnsanlar sakin, atmosfer huzur doluydu. Sokaklarda yürüdükçe bu şehrin sadece bir destinasyon değil, aynı zamanda bir hikâye olduğunu hissettim.

Devam Eden Macera

Eve dönerken aklımda bir sonraki günün planları vardı. Balıkçı Tabyası’nda (Halászbástya) gün doğumunu yakalamak ve Buda Kalesi’ni gezmek için erken kalkmayı planladım. Budapeşte’de geçireceğim bu iki günün her saniyesini dolu dolu yaşayacaktım. Şehir bana enerjisini vermişti; ben de o enerjiyi hissetmeye hazırdım. Budapeşte’ye attığım bu ilk adımla, zamanında aldığım o ucuz biletin hayatımda büyük bir anıya dönüşeceğini o an anlamıştım. Maceram henüz yeni başlıyordu.

Budapeşte’de Salaş Bir Yemek Durağı: Gulaşın Peşinde

Akşam saatleri yaklaştıkça Budapeşte’nin sokak lambaları birer birer yanmaya başladı, şehir bir başka güzellik kazandı. Gün boyunca çektiğim fotoğraflar ve gördüğüm manzaralar beni yormuş ama aynı zamanda müthiş bir iştah açmıştı. Karnım iyice acıkmıştı ve aklıma Budapeşte’ye gelmeden önce bir yerlerde okuduğum salaş, ama bir o kadar da meşhur bir lokanta geldi. İsmini hatırlamıyordum ama “Gulaş” dediniz mi, orayı herkes biliyor!

Meşhur Salaş Lokantayı Bulmak

Biraz araştırmayla bahsettiğim yerin adını öğrendim: For Sale Pub. Evet, işte orası! Tuna’nın Pest tarafında, Merkez Hali Binası’na çok yakın bir konumdaydı. Birkaç dakika yürüdüm ve burayı buldum. Dışarıdan bakıldığında loş ışıklarla aydınlatılmış, mütevazı ve biraz da dağınık bir yerdi. Tam bir salaş havası vardı; ama içeride neyle karşılaşacağımı bildiğim için heyecanla içeri girdim.

For Sale Pub’ın Eşsiz Atmosferi

Kapıyı açıp içeri adımımı attığımda başka bir dünyaya geçmiş gibi hissettim. Yerler samanla kaplanmıştı; evet, yanlış duymadınız, saman! Duvarlar, her biri farklı bir hikâye anlatan notlarla, kartpostallarla, küçük anılarla doluydu. Gelen ziyaretçiler, duvara kendi izlerini bırakmıştı. Masaların üzerinde devasa porsiyonlarda yemekler vardı; herkesin yüzü gülüyordu. Bu sıcak atmosfer, samimi sohbetlerle dolup taşıyordu.

 

Gulaş Siparişim ve Bekleyişim

Masama oturduktan sonra hiç tereddüt etmeden gelen garsona Gulaş siparişimi verdim. Gulaş, Macar mutfağının en ünlü yemeği ve kökenleri yüzyıllar öncesine, çobanların tencerede pişirdiği basit ama lezzetli bir yemeğe dayanıyor. Orta Avrupa’nın bu geleneksel yemeği, et, soğan, patates, kırmızı biber ve sarımsakla yapılan bir tür çorba ya da güveç. Ana malzemesi ise bol baharat ve özellikle tatlı ya da acı paprika. Gulaş, tarih boyunca Macar mutfağının temel taşı olmuş. 18. yüzyılda bile Budapeşte’nin köylerinde, tarlalarda çalışan insanlar için bir enerji kaynağıymış. Osmanlı’nın da etkisiyle baharat kullanımı artmış ve bugünkü haline evrilmiş.

Gulaşın Tadımı

Kısa bir bekleyişin ardından tabağım önüme geldi. Bu gulaş başka bir şeydi! Büyük bir kase içinde servis edilmişti ve yanında taze pişmiş bir dilim köy ekmeği vardı. Kaseden yükselen dumanla birlikte paprika kokusu o kadar cezbediciydi ki sabırsızlıkla ilk kaşığı aldım. Et, o kadar güzel pişmişti ki lokum gibiydi. Baharatların dengesi kusursuzdu; paprika, yemeğin ruhunu oluşturmuştu. Patatesler, yumuşacık bir kıvama gelmişti ama parçalanmamıştı. İçimi ısıtan bu gulaş, günün tüm yorgunluğunu silip süpürdü.

Lokantanın Detayları ve Ayrılışım

For Sale Pub’ın büyüsü sadece yemeklerinde değil, atmosferindeydi. Müşterilerin duvarlara yazdığı notlar arasında kaybolmak ayrı bir eğlenceydi. Kimisi seyahat anılarını paylaşmış, kimisi sadece adını bırakmıştı. Duvarda “Türkiye’den selamlar” yazan bir not bile gördüm ve gülümsemekten kendimi alamadım. Yemeğimi bitirdikten sonra o sıcak ortamdan ayrılmak zor oldu. Fakat Budapeşte’nin gecesini fotoğraflamak için biraz daha yürümek istiyordum. For Sale Pub’dan çıktığımda hafif serin bir hava vardı. Karnım tok, ruhum mutlu, şehirdeki keşfim devam ediyordu. Gulaş sadece bir yemek değil, Budapeşte’nin ruhunu anlamanın bir yoluydu. O akşam, Budapeşte ile aramızda bir bağ kurulduğunu hissettim.

Budapeşte’de Geceye Devam: Şarap ve Kale Yürüyüşü

For Sale Pub’dan çıkarken, hem karnım doymuş hem de Budapeşte’nin samimi atmosferiyle iyice mest olmuştum. Sokağa adım attığımda, gece tam anlamıyla kendini göstermişti. Tuna’nın kıyısından esen hafif rüzgar, şehrin loş ışıkları ve çevremdeki tarihi binalar, adeta bir film sahnesindeydim. Yavaş yavaş yürümeye başladım; bu şehirde geceye karışmanın tadı bir başka oluyordu.

Şarap İçmek İçin Meşhur Bir Salaş Mekâna Doğru

Akşam yemeği sırasında aklıma, daha önce bir arkadaşımın önerdiği ve salaş ama bir o kadar da meşhur olan bir şarap barı geldi: DiVino Wine Bar. Parlamento Binası’na doğru uzanan yol boyunca yürüdüm. Tuna’nın kıyısındaki ışıkların nehre vurduğu yansımaları izlemek ise ayrı bir keyifti. İnsanlar nehir kenarında oturmuş sohbet ediyor, köprülerden geçen arabaların sesleri şehrin melodisine eşlik ediyordu. DiVino Wine Bar’a vardığımda, dışarıdan çok da dikkat çeken bir yer değildi. Salaş, sıcak ve samimi bir ortam sunuyordu. İçeri girdim, etraf Macar şaraplarının isimlerini yazan kara tahtalarla doluydu. Garsona Macaristan’ın ünlü şaraplarından birini denemek istediğimi söyledim. Tokaji Aszú, dünyanın en eski tatlı şaraplarından biri olarak bilinir; ancak bu sefer tercihim daha kuru bir kırmızı şaraptan yana oldu: Egri Bikavér (namıdiğer “Boğa Kanı”).

Şarap ve Fotoğraf Anıları

Sipariş ettiğim şarap masama geldiğinde, rengi koyu bir yakut gibiydi. İlk yudumu aldığımda damağımda baharatlı, derin bir tat hissettim. Budapeşte’nin gece ritmiyle bu şarap inanılmaz bir uyum içindeydi. Yanımda getirdiğim MacBook’u çıkarıp gün boyunca çektiğim fotoğrafları aktarmaya başladım. Zincir Köprü’nün gün batımı ışıklarını, Parlamento Binası’nın altın rengi ihtişamını birer birer ekrana yansıttım. Fotoğrafların büyüsüne kapıldıkça, şaraptan birkaç yudum daha aldım. Yaklaşık iki saat boyunca orada oturdum; kimi zaman fotoğrafları düzenledim, kimi zaman ortamı izledim. Şarap ilerledikçe kafam biraz güzel olmuştu. Keyifli bir hafiflik hissiyle “Bu gece daha bitmedi,” dedim kendi kendime.

Kale’ye Doğru Yola Çıkış

DiVino’dan ayrıldığımda gece tamamen serinlemişti. Kale’ye (Buda Kalesi) gitmeye karar verdim. Şehrin gecesini uzun pozlama fotoğraflarla yakalamak istiyordum. Zincir Köprü’yü geçmek için yürümeye başladım. Köprünün üzerindeki ışıklar, Tuna Nehri’ne dökülüyor, yürüdükçe şehrin gece manzarası daha da etkileyici hale geliyordu. Buda tarafına geçtiğimde, Kale’ye çıkmak için bir alternatif aradım. Bir süre yürüdükten sonra Budavári Sikló adı verilen tarihi fünikülerle karşılaştım. Bu füniküler, Kale Tepesi’ne çıkmanın hem hızlı hem de nostaljik bir yoluydu. Biletimi aldım ve ahşap kabine bindim. Hafif bir sallantı eşliğinde yukarı doğru çıkarken, Budapeşte’nin ışıklarını seyretmek nefes kesiciydi. Her yükselişimde, Parlamento Binası’nın ve Tuna Nehri’nin manzarası biraz daha büyüleyici hale geldi.

Kale’de Gece Fotoğrafçılığı

Kale’ye vardığımda, gece çoktan şehri sarıp sarmalamıştı. Tripodumu kurdum ve uzun pozlama fotoğraflar çekmeye başladım. Balıkçı Tabyası’ndan Parlamento’nun ışıklarının suya yansıdığı manzara, adeta bir tablo gibiydi. Kale’nin taş duvarlarından yayılan hafif serinlik, şarabın verdiği sıcaklıkla birleşiyordu. Çektiğim fotoğraflar, Budapeşte’nin geceyi nasıl taşıdığını bir kez daha kanıtladı. Bu şehirde bir gecenin ne kadar dolu dolu geçebileceğini ilk kez deneyimliyordum. Şarap, fotoğraflar ve Tuna’nın gece ışıklarıyla bir araya gelen bu yolculuk, sadece bir geziden öte bir yaşanmışlığa dönüşmüştü. Budapeşte’nin hikâyesini kendi objektifimden yazmıştım.

Budapeşte'de Gecenin Büyüsü: Ulfajihu ile Karşılaşma

Buda Kalesi’nin taş zeminine tripodumu yerleştirmiş, uzun pozlama çekimlerime dalmıştım. Parlamento Binası’nın ışıkları Tuna Nehri’ne vuruyor, şehir, gece karanlığında bile sıcak ve canlı bir şekilde parıldıyordu. Tam bu sırada, birkaç metre ötemde bir kadın, yanındaki ekipman çantalarını yere koyarak hazırlanmaya başladı. İlk bakışta profesyonel olduğu her halinden belliydi. Yanında büyük bir tripod, devasa bir zoom objektifi ve harici ND filtreleri vardı. Tripodunun sabitliğini artırmak için kum torbaları bile getirmişti. İşini ciddiye alan biri olduğu her detaydan anlaşılıyordu.

Rose Şarap ve Bir Sohbetin Başlangıcı

Kadın, kurulumunu bitirdikten sonra çantasından bir şişe rose şarap çıkardı ve bana dönerek gülümseyerek bir kadeh ikram etti. O anki şaşkınlığımı gizleyemedim ama teşekkür ederek kabul ettim. Şarabı yudumlarken, ona gezi boyunca enerjimi korumak için yanımda taşıdığım atıştırmalık kuruyemişlerden ikram ettim. Bu küçük jest karşılıklı gülümsemelere ve ardından sıcak bir sohbete dönüştü. Adının Ulfajihu olduğunu söyledi. Portekizli bir fotoğrafçıymış ve GettyImages için çalışan Exclusive bir sanatçıymış. Bu, fotoğraflarının sadece Getty için çekildiği ve doğrudan yayımlandığı anlamına geliyordu. Gerçek bir profesyonel olduğu her hâlinden belliydi. Onunla tanışmak ve hikayesini dinlemek beni adeta büyülemişti.

Ulfajihu’nun Hikayesi: Afrika’dan Avrupa’ya Estetik Bir Yolculuk

Ulfajihu, Mozambik asıllı bir anne ve Portekizli bir babanın çocuğu olarak Lizbon’da doğmuştu. Annesi, genç yaşında Afrika’nın derinliklerinden Avrupa’ya göç etmiş, yaşam mücadelesi verirken tarihî ve kültürel estetiğe olan ilgisini korumayı başarmış bir kadındı. Ulfajihu, çocukken annesinin sahaflardan topladığı Afrika’nın dramını ve güzelliğini anlatan fotoğraflarla büyüdüğünü anlattı. Bu fotoğraflar, çoğunlukla 20. yüzyılın zor yıllarını anlatan, hem dramatik hem de estetik açıdan güçlü görüntülermiş. Annesi fotoğraf çekmezmiş ama bu topladığı fotoğraflarla, Ulfajihu’nun sanatsal bir bakış açısının gelişmesine katkıda bulunmuş. “Fotoğraf çekmeye başlamadan önce bile o karelerin içinde yaşıyordum.” demişti.

Felsefe ve Sanat Tarihi Yılları

Ulfajihu, üniversite eğitimi için gittiği Lizbon Üniversitesi’nde önce Felsefe okumuş ve ardından Sanat Tarihi üzerine doktora yapmış. Sanata dair kavramsal bir anlayış geliştirme isteği, onun fotoğrafa yaklaşımını derinleştirmiş. “Fotoğraf benim için sadece bir anı yakalamak değil, aynı zamanda bir hikaye anlatmak,” diyordu. Üniversite yıllarında ilk kamerasını aldığını ve Lizbon’un Arnavut kaldırımlı sokaklarında çekimler yaptığını anlattı. Zamanla, fotoğraf onun için bir tutkuya dönüşmüş. Bu tutkuyu, eğitiminden gelen sanatsal bakış açısıyla birleştirerek hem estetik hem de anlam dolu kareler çekmeye başlamış. Fotoğrafçılığıyla, annesinin onun için biriktirdiği o eski fotoğrafları adeta yeniden yaratmaya başlamış.

GettyImages ve Exclusive Oluşunun Hikayesi

Ulfajihu, mezuniyetinden sonra Portekiz’de çeşitli sergiler düzenlemiş. Özellikle bir sergisinde, Afrika kökenli bireylerin günlük yaşamlarını estetik ve güçlü bir şekilde yansıtan bir fotoğraf serisi büyük ilgi görmüş. Bu sergisini ziyaret eden bir fotoğrafçı sayesinde GettyImages ile tanışmış.

Getty Images: Profesyonel Fotoğrafçılığın Küresel Platformu

Getty Images, 1995 yılında Mark Getty ve Jonathan Klein tarafından kurulmuş, dünya çapında milyonlarca stok fotoğraf, video ve vektör görseli sunan bir platform. Yayıncılar, reklamcılar, medya kuruluşları ve yaratıcı profesyoneller için güvenilir bir kaynak olarak bilinir. Profesyonel fotoğrafçılar için ise sadece bir satış noktası değil, aynı zamanda küresel bir görünürlük sağlama alanıdır. Bu platformun dikkat çekici bir yönü, sadece sıradan görseller değil, yüksek kaliteli ve hikaye anlatma gücüne sahip karelere odaklanması. Getty Images, fotoğrafçılardan özel içerik talep eder ve özellikle "Exclusive" çalışan sanatçılarıyla bu çıtayı daha da yükseltir. Benim gibi fotoğraf tutkunu insanlar için, Getty, fotoğrafçılığın hem bir sanat hem de bir meslek olarak değer gördüğü bir yer.

Ulfajihu da bu platformun Exclusive fotoğrafçılarından biri olmuş. Onun bu platform aracılığıyla elde ettiği küresel görünürlük, Budapeşte’de çektiğimiz karelere bile yeni bir anlam kattı. Getty Images, sadece görsellerin satıldığı bir yer değil; hikayelerin anlatıldığı ve dünyaya yayıldığı bir köprü gibi. Getty için çalışmaya başladığında, fotoğraflarını yalnızca bir arşiv malzemesi değil, bir sanat eseri olarak değerlendiren bir perspektif geliştirmiş. “Exclusive” bir sanatçı olarak Getty’nin global projelerinde yer almış. Çektiği fotoğraflar, dünyanın dört bir yanındaki yayınlarda, dergilerde ve çevrimiçi platformlarda yayımlanmış. Afrika’dan Avrupa’ya uzanan hikayesini yansıtan her fotoğrafı, onun geçmişine ve kişisel estetik anlayışına bir gönderme sanırım.

Gecenin Büyüsü ve İki Fotoğrafçı

Ulfajihu’yla konuşurken, onun kamerasını nasıl ayarladığını izliyordum. ND filtrelerini objektifine yerleştirirken, geceyi nasıl uzun pozlama için mükemmel bir hale getirdiğini görmek beni hayran bırakmıştı. “Budapeşte’nin gece ışıkları, bir ressamın paletindeki renkler gibi,” diyordu. Onun bu sözleri, benim fotoğrafa bakışımı da etkiledi. O gece, hem kendi fotoğraflarımı çekip hem de onun hikayesini dinlemek, benim için unutulmaz bir deneyim oldu. Fotoğrafçılık, bizi farklı dünyalardan bir araya getiren ortak bir dil olmuştu. Ulfajihu’nun annesinden aldığı estetik miras, felsefe ve sanat tarihi eğitimiyle harmanlanarak onun her karesine yansıyordu. Gece ilerlerken, Budapeşte’nin soğuğunda şarabımızdan son birer yudum daha alıp, makinalarımızı toplamaya başladık.

Budapeşte’de Gece Biterken: Ulfajihu ile Dönüş Yolculuğu

Buda Kalesi’nde geçirdiğimiz gece, Budapeşte’nin büyülü atmosferi ve Ulfajihu’nun ilham veren hikayesiyle unutulmaz bir deneyime dönüşmüştü. Saatin geç olduğunu fark ettiğimizde, ertesi sabah gün doğumunu kaçırmamak için eve dönmeye karar verdik. İkimiz de aynı bölgede ev kiralamış olduğumuzu öğrenince, dönüş yolunda beraber taksiye binmek mantıklı geldi.

Taksiye Biniş ve Taksicinin Hikayesi

Kaleye yakın bir durakta bekleyen taksilerden birine yöneldik. Şoför, orta yaşlarda, Budapeşte’nin yerlisi olduğu hemen anlaşılan, neşeli biriydi. İngilizcesi akıcı değildi ama birkaç cümleyle bizi tanımaya çalıştı. Ulfajihu’yla sohbetimizi sürdürürken, şoför Tuna Nehri üzerindeki Zincir Köprü’den geçerken bize dönüp, “Burası gece bir başka güzeldir,” dedi. Gerçekten de öyleydi. Köprüden geçerken, Parlamento Binası’nın ve Buda Kalesi’nin ışıkları nehre yansıyordu. Taksici, köprünün hikayesini anlatmaya çalıştı. Zincir Köprü’nün, Budapeşte’yi Buda ve Pest olarak ikiye bölen Tuna’nın iki yakasını birbirine bağlayan ilk kalıcı köprü olduğunu söyledi. Kırık İngilizcesiyle anlattıkları, bize tarihi hissettiriyordu. Hatta köprünün bombalanıp sonra yeniden yapıldığını söylediği sırada, biz zaten manzaraya dalmış, fotoğraf çekmek için telefonlarımızı çıkarmıştık.

Old Town’a Geçiş

Köprüden geçtikten sonra taksi, dar sokakların arasında eski şehrin taş zeminlerinde ilerlemeye başladı. Ulfajihu ile evlerimizin olduğu bölgeye yaklaşırken, Budapeşte’nin sakin ama estetik dokusu daha da belirginleşti. Yoldaki sokak lambalarının altından geçerken, hafifçe sis çökmüş gibi duran sokaklar, fotoğraflarımızın bir sahnesi olabilecek kadar güzeldi. Taksici, birkaç dakika sonra bizi bıraktığında, her ikimiz de evlerimize gitmek için hazırdık ama aynı zamanda sabah gün doğumu için heyecanlıydık.

Vedalaşma ve Sabah Planı

Kapının önünde durup biraz konuştuk. Sabah için saatlerimizi ayarladık ama yine de birbirimizi WhatsApp’tan uyandırmaya karar verdik. “Sabah erken kalkmak bir fotoğrafçı refleksidir,” diye şakalaştım. Ulfajihu, “Ama birbirimizi uyandırmayı garantilemek iyi olur,” diyerek güldü. Son bir kez iyi geceler dileyip, o anki uykulu ama mutlu halimizi bir anı olarak bırakarak evlerimize ayrıldık. Kapımı kapatıp yatağıma uzandığımda, Budapeşte’nin tüm büyüsü zihnimde dönüp duruyordu. Ulfajihu’nun hikayesi, taksicinin anlattıkları ve köprünün geceki manzarası, bana bu gezinin her anının ne kadar kıymetli olduğunu hissettirdi.

Eve Girdiğimde Beklenmedik Misafirler

Eve girer girmez sabah için alarmımı kurdum mesaj atıp, “Hadi uyuyalım, sabah erken kalkacağız!” yazdım. Geceyi geride bırakmanın huzuruyla üzerimdeki ceketimi çıkarıp, salondaki büyük koltuğa uzandım. Günün yorgunluğu bedenimi hafifçe sarmış, ama bir yandan da gün içinde çektiğim fotoğrafları incelemek için sabırsızlanıyordum. MacBook’u masadan aldım ve dizime yerleştirip, fotoğraf makinemdeki dosyaları yedeklemeye başladım. Zincir Köprü’den Buda Kalesi’ne kadar o büyüleyici kareleri tek tek ekrana yansıtıyor, her bir detayı yeniden yaşıyordum. Bu şehirde bir başka güne başlamak için sabırsızlanıyordum.

İlk Hissediş

Tam o sırada, boynumda hafif bir kaşıntı hissettim. Gece boyunca açık havada kaldığım için sivrisineklerin iş başında olduğunu düşündüm. Çok üzerinde durmadan bir elimle kaşıyıp fotoğraflara geri döndüm. Ancak birkaç dakika geçmeden, bu sefer kolumda aynı kaşıntıyı hissettim. Yine aldırış etmedim. “Sivrisinekler Budapeşte’de de rahat vermiyor demek ki,” diye içimden geçirdim. Ama sonra kaşıntılar yoğunlaşmaya başladı. Hem boynumda hem de kollarımda daha belirgin bir rahatsızlık hissettim. Elimi kaşırken, derimin hafifçe kızardığını fark ettim. Bu durum artık canımı sıkmaya başlamıştı. Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım.

Odanın Işığını Yakmak

Koltuğa yayılmış bir haldeyken doğruldum ve kaşıntının sebebini anlamak için odanın ışığını yaktım. Ne göreyim! O koskoca, eski koltuk yüzeyinde küçücük, kırmızımsı kahverengi böcekler hareket ediyordu. Gözlerime inanamadım. Koltuk tamamen tahta kurularıyla kaplanmıştı. Böcekler, koltuğun dikiş yerlerinden, kenarlarından, hatta minderlerin altından çıkıyordu. Sanki koltuk, bir anda yaşamaya başlamış gibiydi. Şaşkınlıkla yerimden sıçradım. O an paniğe kapıldım, çünkü bu küçük yaratıkların sadece kaşıntıya sebep olmadığını, aynı zamanda eşyalarıma bulaşma ihtimallerinin de olduğunu biliyordum.

Koltuktan Uzaklaşma ve Temizlik

Hemen koltuğun yanından uzaklaştım. Üzerimde hissettiğim kaşıntının iyice arttığını fark ettim. Elime telefonumla birlikte küçük bir el feneri aldım ve kendimi kontrol etmeye başladım. Kolumda birkaç tane daha küçük ısırık izi vardı ve bu izlerin etrafı hafifçe kızarmıştı. Anlaşılan, koltuktan kalkarken birkaç tane tahta kurusu da benimle birlikte hareket etmişti. O an aklıma ilk gelen şey, eşyalarımı kontrol etmek oldu. Kamera çantasını, MacBook’u ve diğer kişisel eşyalarımı hemen koltuktan uzaklaştırdım. Çantayı iyice inceledim ve şükür ki içinde herhangi bir hareketlilik görmedim.

Budapeşte’de Tahta Kurusu Krizi: Geceyi Kurtarma Planı

Ne yapacağımı düşünürken, oturduğum koltukta bir daha oturmanın mümkün olmayacağına karar verdim. Koltukta tahta kurularını gördüğüm anda hissettiğim şaşkınlık yerini hızla bir tiksintiye ve ardından sinire bıraktı. Durumun bu kadar rahatsız edici olacağını tahmin edemezdim. İlk iş olarak, evi bana teslim eden kişinin telefon numarasını aramaya karar verdim. Daha önce beni ne kadar hızlı yanıtladığını hatırlıyor ve bu sorunu hemen çözmesini bekliyordum.

Aramalar ve Sessiz Bir Telefon

Telefonu çaldı, çaldı… ama hiç kimse açmadı. “Tamam,” dedim kendi kendime, “Belki meşguldür.” Bu sefer WhatsApp üzerinden aramayı denedim. Çalıyordu, hatta karşı taraf çevrimiçiydi ama yine de cevap yoktu. Her aramadan sonra sinir katsayım biraz daha yükseldi. O an hissettiğim şey hem çaresizlik hem de yalnızlık hissiydi. Aramaların sonuç vermeyeceğini anlayınca durumu ayrıntılı bir şekilde yazmaya karar verdim. Mesajda olan biteni detaylıca anlattım: “Evin salonundaki büyük koltuk tamamen tahta kurularıyla kaplı. Isırıklar yüzünden kaşıntıdan duramıyorum. Tahta kurularından kurtulmak için eşyalarımı parkeden uzaklaştırmam gerekiyor. Bu durumun acilen çözülmesi lazım. Lütfen bir çözüm önerin ya da bu gece başka bir eve geçmemi sağlayın.” Gönder butonuna bastım ve cevap beklemeye başladım. Mesajım gönderildi, görüldü işareti belirdi. “Tamam,” dedim, “Şimdi cevap verecek.” Ama hiçbir şey olmadı. O an öfkem tavan yaptı. Çevrimiçi olduğunu görüyor, beni görmezden geldiğini biliyordum. Sanırım bu gece tahta kurularıyla baş başa kalacaktım.

Sabunla Savunma Hattı

Kendi kendime durumu kontrol altına almam gerektiğini söyledim. Sinirlenmek çözüm değildi. Hızla eşyalarımı toparlayıp, ahşap parkeden koridora doğru taşıdım. Koridorun zemini fayans kaplıydı ve böceklerin hareketini zorlaştıracak bir yapıya sahipti. Eşyalarımı güvenli bir alana almak için bir plan yapmam gerekiyordu. O sırada aklıma kampçılık yaptığım günlerden bir yöntem geldi. Çadırın etrafına sabun, tuz ya da benzeri bir bariyer oluşturduğumuzda, böceklerin geçmesini önleyebileceğimizi biliyordum. Hemen banyoya koştum ve sıvı sabunu kaptım. Fayans zemin üzerinde eşyalarımın etrafına bir daire çizecek şekilde sabunu sıktım. Daire tamamlandığında, bu bariyerin tahta kurularını uzak tutmasını umuyordum. Şimdi sıra uyuyacağım odaya geldi.

Yatak Odasına Çekilme

Yatak odasına geçtiğimde, buranın nispeten daha güvenli olduğunu fark ettim. Zemini laminant parke kaplıydı ve eşyalar yeniydi. Oda, salon gibi eski bir yapıya sahip değildi. Ancak tedbiri elden bırakmak istemiyordum. Odanın kapı girişine de aynı şekilde sabunla bir bariyer çizdim. Bu, gece rahat uyumamı sağlayacak küçük bir güvenlik önlemiydi. Yatak temiz görünüyordu ve üzerinde herhangi bir hareketlilik yoktu. Yine de üzerimde hissettiğim kaşıntılar yüzünden kendimi rahat hissetmiyordum. Ama başka çarem yoktu. Bir yandan salonun o eski koltuğundaki böcekler zihnimde dolanırken, bir yandan da bu geceyi nasıl atlatacağımı düşünüyordum.

Gecenin Sonunda

Yatağa uzandım ve derin bir nefes aldım. Telefonumu tekrar kontrol ettim, belki ev sahibi sonunda cevap vermiştir diye. Ama hayır, yine hiçbir şey yoktu. Bu sessizlik, canımı daha da sıkıyordu. “Sabah bu işi çözmek için daha iyi bir yol bulacağım,” diye kendimi telkin ettim. O an kendimi bir savaşçı gibi hissettim. Tahta kurularıyla bir geceyi hayatta kalarak geçirebileceksem, Budapeşte maceramın daha kötü bir kısmı olamazdı. Ve işte böyle, sabunla çizdiğim bariyerlerin arasında uykuya dalmaya çalıştım. Bu gece ne kadar garip olsa da, ileride anlatacak iyi bir hikayeye dönüşeceğini biliyordum.

Budapeşte’de Bir Sabah: Gün Doğumu, Şikayet ve Şarap Sürprizi

Geceyi sabun bariyerlerimin içinde geçirerek tahta kurularından uzak durmayı başardım. Ancak sabah güneş doğmadan, planladığımız gibi erkenden uyandım. Saat çaldığında hemen telefona sarılıp Ulfajihu’yu aradım. Neyse ki o da uyanmıştı. Hızla hazırlandım, fotoğraf makinemi ve ekipmanlarımı toparlayıp evden çıktım. Ulfajihu ile buluştuğumuzda, ikimiz de gün doğumunu kaçırmamak için sabırsızlanıyorduk. Bir taksi çağırıp Buda Kalesi’ne doğru yola koyulduk.

Kale’de Gün Doğumu Çekimi

Kale’ye vardığımızda, Budapeşte’nin sokak lambaları hâlâ yanıyordu, ancak ufukta ilk ışıklar belirmeye başlamıştı. Ekipmanlarımızı kurduk ve hızlıca pozisyon aldık. Gün doğumunun altın saatlerinde, hem fotoğraflar çektik hem de hızlandırılmış videolar kaydettik. Tuna Nehri’nin kıyısından Parlamento Binası’na kadar uzanan manzara, kelimenin tam anlamıyla büyüleyiciydi. Çekimler sırasında Ulfajihu’ya önceki geceyi ve tahta kurularıyla verdiğim mücadeleyi anlattım. Durumumu dinledikten sonra yüzünde beliren öfkeyi görmemek imkansızdı. “O ofisi biliyorum,” dedi. “Ben de aynı yerden kiraladım. İkimiz de oraya gidip durumu anlatmalıyız.” Dedi. Fotoğraf çekimini tamamladıktan sonra toparlanıp bu işi çözmeye karar verdik.

Finükülerle Kaleden İniş ve Köprüyü Geçiş

Ekipmanlarımızı topladıktan sonra, kaleden inmek için tarihi finüküleri kullandık. Hafif bir sallantıyla aşağı inerken, sabah ışıkları Tuna Nehri üzerinde oynamaya başlamıştı. O an, Budapeşte’nin gün doğumunda bile ne kadar estetik olduğunu bir kez daha düşündüm. Aşağı indiğimizde, Zincir Köprü’den yürüyerek karşıya geçtik. Hava serin ama canlandırıcıydı, nehrin üzerinde süzülen martılar ve köprüyü geçen birkaç araç dışında her şey sakindi. Köprüyü geçtikten sonra, şehirde e-scooter bulmak oldukça kolaydı. Ulfajihu ile birer scooter kiraladık ve tarihi sokakların arasından ofise doğru ilerledik. Rüzgarın yüzümüze çarpışı, sinirlerimizi biraz yatıştırmış gibiydi. Ancak ofise yaklaştığımızda, işlerimizin nasıl sonuçlanacağını merak ediyordum.

Ofise Varış ve İlk İzlenimler

Ofise vardığımızda, buranın dışarıdan oldukça eski ve salaş göründüğünü fark ettim. Eski bir apartmanın zemin katında, tamamen camekanla çevriliydi. İçeri adım attığımızda, gördüğüm manzara kaotik bir karmaşaydı. Dosyalar yığılmış, eşyalar gelişi güzel yerleştirilmişti. Masanın üzerinde yıllar öncesine ait gibi görünen bir bilgisayar ve yanına eşlik eden bir yazıcı duruyordu. Ve en dikkat çekeni: masanın köşesinde duran iki şişe şarap. O anda içimden geçen düşünce oldukça basitti: “Bu kadar eski ekipman ve düzensizlik içinde, gece yardıma ulaşmamış olmalarına şaşmamalı. Ayrıca sabah sabah şarap keyfi!” Bu fikri aklımdan geçirirken, orada bulunan bayana durumu anlatmaya başladım. Tahta kurularından bahsettim, telefonlarıma ve mesajlarıma cevap alamamış olmalarının beni nasıl zor durumda bıraktığını belirttim.

Çözüm ve Beklenmedik Jest

Bayan, tüm şikayetlerimi dikkatle dinledi. Ardından, başka evlerinin tamamen dolu olduğunu söyledi. Ancak, sorun nedeniyle hem 2 gecelik ev kiralama ücretimi iade edeceklerini hem de bu süre boyunca kalacağım otelin ücretini karşılayacaklarını ekledi. Ulfajihu ile göz göze geldik ve bu çözümü kabul etmeye karar verdik. Ne de olsa artık olay tatlıya bağlanmıştı.Tam ayrılmak üzereydik ki bayan nazik bir şekilde gülümseyerek, “Çok üzgünüz. Bu şarapları sizin için hazırladık. Eğer kabul ederseniz, mutlu oluruz,” dedi. O an, masanın üzerindeki şarap şişelerini gördüğümde aklımdan geçen düşünceler nedeniyle çok utandım. Sabahın bu saatinde içmeye başlamış olabileceklerini düşünmüş, önyargılı davranmıştım. Şişeleri kabul ettik ve teşekkür ederek ayrıldık.

Kruvasan ve Sıcak Süt Eşliğinde Kahvaltı

Kahvaltı için Budapeşte'nin ünlü kruvasancılarından À Table!'a gittik. Burası, Fransız mutfağının lezzetlerini sunan ve taze pişmiş kruvasanlarıyla tanınan bir mekândı. Ahşap dekorasyonu ve samimi atmosferiyle, sabahın erken saatlerinde huzurlu bir ortam sunuyordu. Tereyağlı kruvasanlarımızı sıcak süt eşliğinde yavaşça tadarken, Ulfajihu'nun Avusturya'nın dağ köylerine yapacağı seyahati ertelemesini ve benimle iki gün daha Budapeşte'de kalmasını teklif ettim. Ofis, yaşattığı sorun nedeniyle otel masraflarım karşılanmıştı; bu fırsatı birlikte değerlendirebileceğimizi düşündüm. Teklifime içtenlikle sevindi ve kabul etti, ancak bir şartı vardı: "Bu iki gün boyunca fotoğraf çekmeyi bırakıp şehri yaşamayı ve gezmeyi kabul edersen," dedi. Gülüştük ve önümüzdeki iki günün planlarını yapmaya başladık.

Otelimize Yerleşme

Konaklama için Novotel Budapest Danube'da bir oda ayırtmıştık. Tuna Nehri kıyısında, Parlamento Binası'nın karşısında yer alan bu otel, muhteşem manzarası ve merkezi konumuyla dikkat çekiyordu. Modern ve konforlu odalarımızda kısa bir mola verdikten sonra, şehri keşfetmek üzere dışarı çıktık.

Şehri Keşfetmek

Ulfajihu ile birlikte Budapeşte'nin sokaklarında kaybolduk. Fotoğraf makinelerimizi bir kenara bırakıp, şehrin ritmini hissetmeye odaklandık. Váci Utca'da alışveriş yaptık, Central Market Hall'da yerel lezzetleri denedik ve Széchenyi Termal Hamamları'nda rahatladık. Akşamları, Tuna Nehri kıyısında yürüyüş yaparak şehrin ışıklarını izledik.

Yeni Bir Dostluğun Başlangıcı

Bu iki gün boyunca, Ulfajihu ile derin sohbetler ettik, kahkahalar paylaştık ve birbirimizi daha yakından tanıdık. Onun sanata olan tutkusu ve hayat hikâyesi beni etkiledi; benim seyahat maceralarım ise ona ilham verdi. Budapeşte'de başlayan bu dostluğun, gelecekte farklı şehirlerde ve maceralarda devam edeceğini biliyorduk.

Devamını başka maceralarda anlatacağım.

 

Oaxaca


Meksika:
Dans, Ritim, Alkol ve Dostluklar

 

İspanyolca öğrenme fikri zihnimde usul usul bir melodi gibi çalarken, Sebastião Salgado'nun o çarpıcı sözü kalbime bir ok gibi saplandı: "Orada zaman farklı akıyor." Güney Amerika, ruhuma fısıldayan bir çağrı gibiydi. Che'nin o destansı yolculuğu geldi gözümün önüne; keşifler, maceralar... Belki ben de o yolda, kendi özümü bulurdum. İçimde bir macera ateşi tutuştu: Neden olmasın? Neden Meksika'nın o renkli büyüsü olmasın? Ama Mexico City değil, direkt Oaxaca! Daha yerel, daha otantik... Turistik değil, ruhani bir yolculuk... Uçak bileti aramaya başladım. Antalya'dan İstanbul'a, oradan da Meksika'ya... Mexico City üzerinden Oaxaca'ya. Haritada basit bir çizgi, ama içimde bir kasırga kopuyordu. Bu uzun yolculuk beni nasıl dönüştürecekti? Ama Meksika'nın o büyülü atmosferi... Ona adım atmak için içimde tarifi zor bir heyecan vardı. Belki bu yolculuk, fotoğraf tutkuma yeni bir boyut kazandıracaktı. Belki de yeni bir bakış açısıyla dönerdim. O an, yanıma aldığım fotoğraf makinamı düşündüm, onunla bu anları yakalamak için sabırsızlanıyordum.

Meksika'ya Uçuş Planı: İçsel Bir Dönüşüm
Biletler tamam, hazırlıklar başladı. Yanıma gereksiz hiçbir eşya almamaya karar verdim. Sanki bu bir arınma, bir özgürleşme, bir içsel dönüşüm yolculuğu olacaktı. Hafiflemek, kendimi bulmak istiyordum. Bu sadece coğrafi bir yer değiştirme değil, yeni bir "ben" yaratma çabasıydı. Pasaportu elime aldığımda, içimden bir fısıltı yükseldi: "Hadi bakalım, Oaxaca!" İstanbul'a doğru havalanırken, Salgado'nun o hayat dolu fotoğrafları, zihnimde bir film şeridi gibi akmaya başladı. Hayatın sadeliği, derinliği... Saatler sonra, Meksika uçağına bindim. Başka bir kıta, bambaşka bir dünya... Mexico City'nin ışıkları, aşağıda bir yıldız denizini andırıyordu. Gerçekten de Meksika'daydım. Yüzümde bir gülümseme... Meksika beni bekliyordu ve ben, o büyüyü yaşamaya, kendimi bu yolculukta kaybetmeye hazırdım. O an, fotoğraf makinamı boynuma asıp, ilk kareyi çekmek için sabırsızlandım. Bu yolculuk benim fotoğraf tutkumla birleşecekti.

Mexico City'de Durak Yok, Direkt Oaxaca'ya!
Mexico City aktarması tamam. Oaxaca'ya doğru yol alırken, hedefime bir adım daha yaklaştığımı hissediyordum. Yol yorucu olsa da içimdeki o heyecan, her şeyi unutturuyordu. Zihnimde sorular dans ediyordu: Orası nasıl kokacaktı? İnsanlar nasıl gülecekti? Müzik nasıl yankılanacaktı? Cevapları çok yakında bulacaktım. Belki de bu cevapları, fotoğraflarımla arayacaktım. Uçak, Oaxaca Havalimanı'na doğru alçalırken, dağlarla çevrili küçük bir havalimanı belirdi. Büyük şehirlerin karmaşasından uzak, sıcak ve davetkâr bir atmosfer... Bu şehir sanki beni kollarıyla kucaklıyordu. Terminal binası, adeta bir kasabanın giriş kapısı gibiydi. İçeri girdiğim anda, bir huzur duygusu beni sardı. Bagajımı aldım, dışarı çıktım. Hava, ılık bir bahar esintisi gibiydi. "İşte Meksika," diye fısıldadım, "Artık buradayım." O an, havayı ve manzarayı içime çektim, bu anı kesinlikle fotoğraflamalıydım.

Ev ve Rafael: İlk İzlenimler ve İçsel Huzur
Havalimanında şoförü kolaylıkla buldum. Airbnb sahibi, evi teslim etmem için Carlos adında güler yüzlü bir adamı göndermişti. Kendi aksanıyla İspanyolca konuşuyordu, bazen anlıyor, bazen başımı sallıyordum. Carlos, Oaxaca'yı rengarenk sokaklar, zengin mutfak ve bitmeyen müzik diyarı olarak tarif ediyordu. Araba camından dışarı baktım. Havalimanının o sakin havası, yerini canlı bir coşkuya bırakıyordu. Sanki bir resim defterinden fırlamış gibi renkliydi şehir. Bu renk cümbüşünü en kısa zamanda fotoğraflamalıydım. Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra Jalatlaco bölgesine geldik. Daracık sokaklardan geçtik, Carlos evin önünde durdu. Sarı, rengarenk, tek katlı bir ev... Kapıda genç bir adam belirdi: Rafael. Elinde anahtarlar, sırtında çantası... Kısa bir tanışma sonrası beni içeri davet etti. İşte yeni yuvam... Ahşap mobilyalar, rengarenk bir hamak, çiçek saksıları... Burası hem sade, hem de huzur verici. İçimde bir rahatlama hissettim. O an, kameramla evin detaylarını kaydetmeye başladım. Bu yolculuk, fotoğraflarla anlam kazanacaktı.

Rafael'in Anlattıkları: Keşif Listesi ve Gelecek Planları
Rafael, evin detaylarını anlatmaya başladı. Beş odalı, avlulu, bir nevi pansiyon gibi işlettiği bir yer. "Burası eski ama sağlamdır," dedi gülümseyerek. Mutfakta yerel seramikler, küçük bir yatak odası ve avluya açılan ferah bir salon... Wifi biraz yavaşmış, ama kimse şikayetçi değilmiş. "Daha çok dışarıda vakit geçiriyoruz," dedi. Sonra, şehirde mutlaka görmem gereken yerleri sıraladı: Monte Albán, Santo Domingo Kilisesi, yerel pazarlar... Bu şehirde keşfedilecek o kadar çok şey vardı ki... Bu yolculuk, tahmin ettiğimden çok daha derin bir keşfe dönüşecekti. Kafamda fotoğraf kareleri canlanmaya başladı. O an, daha şimdiden hikayeler yakalamaya başlamıştım.

Pazarın Büyüsü ve Hafıza Kartı Kabusu
Eşyalarımı bıraktım, kendimi dışarı attım. Rafael'in tavsiye ettiği pazarlardan birine gittim. Mercado Benito Juárez... Hem gözlere, hem de mideye bir şölen gibiydi. Bu kadar renk ve canlılık görmemiştim. Rengârenk meyveler, el yapımı çikolatalar, envai çeşit el sanatları... Sokak tezgahından tacos al pastor yedim. Fotoğraflar çektim, etrafı süzdüm... Ama sonra... Makinem "hafıza kartı dolu" uyarısı verdi. Çantamda yedek kartları aramaya başladım... Yok! Antalya'da unutmuştum! İçimde bir hayal kırıklığı dalgası oluştu. "Yok artık!" dedim içimden, "Şimdi ben tüm bu güzellikleri nasıl kaydedeceğim?" Bu macera, daha da karmaşık bir hal alıyordu. O an, fotoğraf çekme tutkumla engellenmiş hissettim kendimi. Bu bir felaketti! Tüm o renkler ve hikayeler kaybolacaktı.

Mercado Benito Juárez: Yaşamın Nabzı ve Hikayeler
Mercado Benito Juárez, sadece bir pazar yeri değil, adeta Oaxaca'nın kalbiydi. Burada, nesillerdir süregelen bir ticaret geleneği yaşatılıyordu. Esnaf, tezgahlarında sergilediği ürünleri büyük bir özen ve emekle hazırlıyordu. Renkli meyveler, doğal boyalarla boyanmış el yapımı tekstiller, yerel çikolatalar, binbir çeşit baharat... Hepsi birer hikâye anlatıyordu. Pazarın içindeki tezgahlarda, aileler uzun yıllardır aynı işi yapıyorlardı. Bu, onların geçim kaynağı, hayatlarının bir parçasıydı. Her tezgahta, ayrı bir yaşam izi vardı. Bir tezgâhta, el yapımı şapkalar satan yaşlı bir kadın, torunlarına bakmak için hala çalışıyordu. Başka bir tezgâhta, genç bir adam, ailesinin geleneksel dokuma işini sürdürüyordu. Her satılan ürünün, kendine has bir hikayesi ve geleneksel bir yapılış biçimi bulunuyordu. O an, her şeyin birer hikayeden ibaret olduğunu fark ettim. Ve her hikaye, birer fotoğrafla sonsuzluğa uzanacaktı.

Gezinin olmazsa olmazı, Yeni bir Sorun daha

Eve döner dönmez Rafael’e durumu anlattım. Rafael, önce gözlüklerini taktı, kısa bir süre düşündü, sonra "Merak etme, bir arkadaşım var, dükkanı yakınlarda. Sana yardım edebilir," dedi. Telefonunu çıkarıp birini aradı. Telefonda İspanyolca hızlı hızlı bir şeyler anlattı, arada benim doktor olduğumdan bahsettiğini fark ettim. Konuşma boyunca Rafael’in ses tonu neşeliydi ve sonunda "Tamamdır, seni Gerson’a götüreceğim," dedi. Gerson, şehir merkezinde küçük bir elektronik mağazası olan biriydi ve ihtiyaç duyduğum hafıza kartlarını temin edebilirdi.

Rafael beni dükkanın olduğu sokağa bıraktı. Dükkanın önüne geldiğimde, küçük ama düzenli bir vitrin beni karşıladı. Vitrinde eski tip radyolar, şarj aletleri, kulaklıklar ve birkaç kamera aksesuarı vardı. Dükkanın tabelasında ise "Electronica Gerson" yazıyordu. İçeriye girdiğimde, orta yaşlarda, kısa boylu, güler yüzlü bir adam bana doğru geldi. Elini uzatıp sıcak bir şekilde "Merhaba, hoş geldiniz. Gülümseyerek, Rafael senden bahsetti.” dedi.

Elektronik Dükkanı ve Duygusal Bir Bağ
Rafael beni dükkanın olduğu sokağa bıraktı. Vitrinde eski radyolar, şarj aletleri, kamera aksesuarları... Tabela, "Electronica Gerson" yazıyordu. İçeri girdim. Orta yaşlı, kısa boylu, güler yüzlü bir adam bana doğru geldi. İşte Gerson! "Merhaba," dedi sıcak bir sesle, "Rafael bahsetti senden." Umarım bu dükkan, benim kurtuluş noktam olur.

Gerson, beni içeri davet etti ve küçük, yerel bir kahve ikram etti. Kahvenin kokusu tüm dükkanı sarmıştı. Eski cihazlar, yeni teknoloji, farklı bir atmosfer... "Buralara gelmen çok mutlu etti," dedi Gerson. "Rafael, doktor olduğunu söyledi. Oğlum da Mexico City'de tıp fakültesinde okuyor. Umarım o da senin gibi dünyayı gezen bir doktor olur." Gerson'un yüzünde gururlu bir ifade oluştu. Aramızdaki bu samimi konuşma, mesleğimin ne kadar evrensel bir bağ kurabileceğini bir kez daha hatırlattı. Belki de benim fotoğraflarım da, insanların hayatında böyle bir bağ kurmalarına yardımcı olabilirdi. O an, doktor kimliğimle, meslektaşım olan oğluna bir örnek teşkil ettiğim için gurur duydum. Belki de bu fotoğraflarım, onun umutlarını yeşertirdi.

Gerson'un Oğluna Olan Düşkünlüğü
Gerson, oğlundan bahsederken, gözleri doluyordu. Onun için bir hayat kurmak, ona iyi bir gelecek vermek, en büyük hayaliydi. "Oğlumun doktor olma hayali için her şeyi yaptım," dedi. "Mexico City'ye göndermek kolay değildi, ama onun mutluluğu için her fedakarlığı yaparım." Onun sesi titrek, ama gurur doluydu. O an, bir babanın oğluna duyduğu o koşulsuz sevgi, kalbime dokundu. Ve bu samimi anın bir fotoğrafı çekilebilseydi, tüm babalara bir armağan olurdu.

Baba Kalbi ve Yeni Bir Davet
Gerson, oğluyla ilgili hayallerinden, okulunda nasıl çalıştığından bahsetti. Onu Mexico City'ye göndermenin kolay olmadığını, ancak oğlunun hayali için elinden geleni yaptığını söyledi. Ben de kendi tıp eğitimimden bazı anılarımı paylaştım. Gerson'un gözleri her sözümle daha da parlıyordu. O dükkan, sadece bir elektronik mağazası değil, aynı zamanda bir baba yüreğinin sıcaklığıydı. Benim hafıza kartı sorunum, bu samimiyetin yanında önemsizdi. Sonunda, ihtiyacım olan kartları bulduk ve satın aldım. Gerson'a teşekkür ederken, oğlu sebebiyle hüzünlendi, bana sarıldı. "Oaxaca'daki bu günlerin unutulmaz olsun," dedi. Gerson'un samimiyeti, o anı daha da anlamlı kıldı. İnsanlarla kurulan bağlar, her şeyden değerliydi. Belki de bu hikâyeleri fotoğraflayarak anlatmalıydım. Ardından Gerson: "Bu akşam Rafael'le abimin düğününe gidiyoruz, kabul edersen, bizimle gelmeni isteriz!" dedi. İlk başta şaşırdım, sonra heyecanlandım. Oaxaca'da bir yerel düğün! Bu kaçırılmayacak bir fırsattı. Gerson, "Oaxaca düğünü sadece bir kutlama değil, bir deneyimdir," dedi. Rafael'le çoktan konuşmuşlar, beni planlarına dahil etmişlerdi. Bu ne kadar samimi bir davetti. Sanki hayat beni yeni bir maceraya davet ediyordu. Belki de ben, hiç tahmin etmediğim bir hikâyenin içine çekiliyordum. Ayrıca Gerson'un beni abisinin düğününe davet etmesi beni onurlandırmıştı. Belki bu gece, Meksika'nın kalbine daha da derinden dokunabilecektim. O an, içimde yeni bir heyecan oluştu.

Sokak Lezzetleri ve Düğün Heyecanı
Dükkandan çıktım ve Jalatlaco'nun meşhur sokaklarına yöneldim. Midem, adeta bir karnaval gibi çalıyor, dans ediyordu. Bu şehirde yapılacak en doğru şey, meşhur bir yerde tacos yemekti. "Tacos El Pastor" tabelalı bir tezgaha oturdum. Mangalda pişen etin kokusu sokaklara yayılıyordu. Yanında lime ve salsa ile servis edilen tacos, o güne kadar yediğim en lezzetli şeydi. Etraftaki insanlar sohbet ediyor, kahkahalar atıyordu. Oaxaca'nın o sıcak ruhu, her yerde hissediliyordu. Bu şehirdeki her şey, hem lezzetli hem de canlıydı. Belki de ben, bu lezzetlerin sırrını çözebilirdim. İçimdeki heyecanla birlikte fotoğraf makinamı da yanıma aldım, bu anları sonsuz kılmak için hazır bekliyordum.

Tacos El Pastor ve Oaxaca Kokusu
Tacos El Pastor’un o benzersiz kokusu, mangal ateşinin dumanıyla karışarak, sokaklara yayılıyordu. Marine edilmiş etin baharatlı kokusu, karnımı daha da acıktırıyordu. Taze tortillaların sıcaklığı, elimi ısıtırken, etin yumuşaklığı ve lezzeti damaklarımda bir şölen yaratıyordu. Lime'ın ekşiliği ve salsanın hafif acısı, tüm tatları dengeliyordu. O an, sadece bir yemek yemiyordum, tüm Oaxaca'yı yiyordum. Ve bu deneyimi, o anı, fotoğraflarla sonsuzluğa taşımak istiyordum. Belki de, bu lezzetin fotoğrafını çekerek, bu deneyimi başkalarına da yaşatabilirdim.

Tacosumu keyifle bitirdim ve eve döndüm, hızlıca üzerimi değiştirdim. İki saat sonra Rafael ve Gerson beni almaya geldiler. Kapıda beklerken, Rafael şaka yollu, "Hazır mısın? Oaxaca düğünlerinde dans etmek zorundasın!" dedi. Güldük, ama içimde heyecan vardı. Gerson ise, "Oaxaca düğünleri ne kadar renkli göreceksin! Tabii ki içmeden olmaz," dedi. Bu gece, unutulmaz bir anı olacaktı. Belki de ben, yepyeni dans figürleri de öğrenecektim. Ve tabii ki, bu anları fotoğraflayacaktım.

Meksika Düğünü ve Misafirperverlik
Araba ile kısa bir yolculuktan sonra, şehirden biraz uzakta, bir kasabaya ulaştık. Düğün alanı, rengarenk ışıklarla süslenmişti. Büyük bir avluda masalar, sandalyeler sıralanmış, insanlar dans ediyor, yemekler servis ediliyordu. Mariachi grubu sahnede, canlı bir müzik ziyafeti sunuyordu. Burası sanki bir karnaval gibiydi! Bu enerji beni adeta büyüledi. Gerson beni ailesiyle tanıştırdı. Herkes o kadar sıcak ve misafirperverdi ki, kendimi hemen evimde gibi hissettim. Meksika insanlarının samimiyeti, yüreğime dokundu. Bu insanlar ne kadar da içtenler, sanki uzun zamandır tanışıyorduk gibi... O an, misafirperverliğin ne kadar özel bir şey olduğunu derinden hissettim. Fotoğraf makinamı elime aldım, bu anları yakalamaya başladım. İnsanların gülüşleri, dans eden figürler ve renkler, hepsi birer hikaye anlatıyordu.

Damat, yani Gerson'un abisi, Gerson'a çok benziyordu. Meğer makyaj sayesinde daha genç gösteriyormuş diye hep birlikte güldük. Masada otururken, önüme yerel yemeklerden oluşan bir ziyafet geldi: mole soslu tavuk, tamales, taze tortillalar... Yemeklerin ardından dans başladı. Rafael beni dansa katılmam için zorladı ve birkaç dakika içinde Mariachi müziğinin ritmi beni de sardı. İnsanlar, el ele tutuşmuş, neşe içinde dans ediyordu. Kendimi bu coşkuya bırakmalıydım. Belki de ben, bu gece, sadece bir misafir değil, aynı zamanda bir dansçı olmalıydım. O an, kameramı bir kenara bıraktım, içimdeki dansçıya izin verdim.

Düğün Coşkusu ve Yeni Bağlar
Düğün, gece ilerledikçe daha da coşkulu bir hal aldı. Gerson, bir ara yanıma gelerek, "Oğlum olsa burada seninle tanışmayı çok isterdi. Belki bir gün, bu anıları ona anlatırım," dedi. Bu sözler beni derinden etkiledi. Oaxaca'daki insanların ne kadar derin ve samimi bağlar kurduğunu bir kez daha anlamıştım. Sanki, Gerson bana oğlunu emanet ediyordu. Bu babanın yüreği ne kadar da dolu! Gece boyunca dans ettik, kahkahalar attık ve Oaxacalıların bu eşsiz kutlama ruhunu içimize çektik. Düğünden ayrılırken, Rafael ve Gerson'la paylaştığım bu anıların asla unutulmayacağını biliyordum. O an, bu insanların samimiyetini ve sevgisini kalbime kazıdım. Bu gece, hayata yeniden umutla bakıyordum. Belki de tüm bu anları, fotoğraf kareleriyle ölümsüzleştirmeliydim. İnsanlarla kurulan bağların ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha fark ettim.

Duygusal Bir Serenat ve İletişim
Düğün sırasında, müzik aniden kesildi. Sessizlik çöktü. Bütün gözler damada çevrildi. Damat, eline bir mikrofon alarak, eşine duygusal bir serenat yaptı. O an, sanki dünya durmuştu. Gözlerindeki o sevgi dolu bakışlar, o ana damgasını vurmuştu. Etrafımdaki insanların gözlerinde de aynı duyguyu görmüştüm. O an, sevginin ve birliğin ne kadar değerli olduğunu derinden hissettim. Ve o anı, kendi çektiğim bir fotoğrafla sonsuza dek yaşatmak istedim. O fotoğrafta, sadece bir düğün değil, aynı zamanda sonsuz bir aşk hikayesi anlatılıyordu. O an, hem bir fotoğrafçı, hem de bir tanık olarak duygularım kabarmıştı.

 

Huzurlu Pansiyon ve Yeni Dostluklar
Rafael beni eve bıraktı. Avludan gelen kahkahalar ve hafif bir müzik sesi beni kendine çekti. Bahçeye doğru yürüdüm. Işıklarla süslenmiş, sıcak bir atmosfere adım attım. Burası sanki bambaşka bir cennetti. Masada bir grup insan oturmuş, keyifli bir şekilde sohbet ediyorlardı. Rafael, "Hadi gel, buradaki insanlarla tanışmalısın," diyerek beni onlara doğru yönlendirdi. Kapıdan çıkarken, "Bir şeye ihtiyacın olursa hemen ara, tamam mı?" dedi, içten bir gülümsemeyle uzaklaştı. Ne kadar da dostane bir ev sahibi! Belki de bu ev, bana sadece bir konaklama yeri değil, yeni bir aile de sunuyordu. Belki bu gece, yeni dostlukların başlangıcıydı.

Bahçedeki Sohbet ve Dünyanın Farklı Renkleri
Bahçedeki gruba yaklaştım ve kendimi tanıttım. İlk dikkatimi çeken, masanın köşesinde, kucağında küçük bir çocukla oturan çift oldu. Çocuk, meraklı gözlerle etrafı inceliyordu. Anne olan genç kadın, gülümseyerek elini uzattı, "Merhaba, ben Ainur, eşim Adil ve bu da oğlumuz Amir," dedi. Ne kadar tatlı bir aile! Kazakistan'dan gelmişler ve birkaç haftadır Oaxaca'yı keşfediyorlardı. "Amir bu seyahatte dünyanın yarısını gördü, ama en çok dondurmayı seviyor," dedi Adil gülerek. Küçük Amir, hemen ardından bir kaşık hayaliyle gülümsedi. Bu çocuk ne kadar da şirin! Yanlarında bir kadın vardı, o da benim yaşımlarda, sarı saçlı ve enerjik bir kadın olan Nina'ydı. Ukraynalıymış ve birkaç yıldır dünyayı geziyormuş. "Freelancer olarak çalışıyorum, bu yüzden laptopum yanımda olduğu sürece dünyanın her yeri benim ofisim olabilir," dedi gülümseyerek. Ne kadar özgür bir ruh! Nina, bir yandan çalışırken, bir yandan da gezmenin ne kadar özgürleştirici olduğunu anlatıyordu. "Oaxaca'da iki haftadır buradayım ve buradaki insanlar inanılmaz. Şehrin enerjisi, yemekler, müzik, her şey mükemmel," dedi. Belki bir gün ben de böyle özgür bir hayat yaşayabilirdim. O an, fotoğraf makinamla bu yeni arkadaşları kaydetmeye başladım.

Farklı Hayatların Ortak Paydası
Sohbet ilerledikçe, herkes kendi hikayesini ve Oaxaca'da neler yaptığını paylaştı. Adil ve Ainur, çocukla seyahat etmenin zorluklarını, ama aynı zamanda getirdiği güzellikleri anlatıyordu. "Amir burada, renkli pazarlarda koşmayı çok seviyor. Çoğu zaman o bizi gezdiriyor," dediler. Nina ise, o gün Oaxaca'nın yerel sanatçılarıyla tanıştığı bir galeriden bahsetti. "Bütün gün onları izledim. Ellerindeki her iş, sanki bir hikâye anlatıyor," dedi. Sanki Ulfajihu'nun da dediği gibi, herkesin bir hikâyesi vardı. Birlikte biralarımızı yudumlarken, bahçedeki o sıcak atmosfer daha da samimi bir hal aldı. Nina, seyahat anılarından birinde, çöl kampında develerle geçirdiği bir geceyi anlatırken, küçük Amir, herkesin ilgisini kendi üzerine çekmeyi başardı. Masanın altına saklanmış, oradan kimse fark etmeden herkesi izliyordu. Adil onu fark edip kucağına aldığında, "Bu küçük gezgin, her zaman kendi başına bir macera arıyor," dedi. O kadar tatlı ki, o da benim gibi bir maceraperest olacak gibiydi. Gece boyunca hepimiz, farklı geçmişlerden gelen, ama aynı çatı altında bir araya gelmiş bir grup yabancı gibi değil, sanki eski dostlar gibi sohbet ettik. Oaxaca'nın gece havası, müzik ve kahkahalarla birleşerek bahçeyi sarıyordu. Bu an ne kadar da güzeldi. Belki de bu anı fotoğraflayabilirdim, ama o zaman bu büyülü anı kaçırırdım. O an, kameramı bir kenara bırakıp, anın tadını çıkardım.

Nina ve Pavlo'nun Aşkı
O an, Nina'nın gözlerinde Pavlo'ya duyduğu aşkı görmüştüm. Daha sonra Pavlo geldiğinde, Nina'nın gözleri parıldıyordu. Birlikte otururken, bir el ele tutuşmaları, bir bakışmaları, sanki tüm dünya o an durmuş gibiydi. Nina, gözleri dolarak "O benim hayattaki en büyük şansım." dedi. Pavlo, yorgun, ama mutlu bir şekilde gülümsedi. O an, onların birbirlerine duyduğu o güçlü sevgiye tanık olmuştum. Belki de ben, bu aşkın fotoğrafını çekerek, tüm dünyaya umut aşılayabilirdim.

Kazak Ailenin Sıcaklığı
Adil ve Ainur, Amir'e olan düşkünlükleriyle, bir aile olmanın tüm sıcaklığını ve gücünü gösteriyordu. Amir, bazen yaramazlık yapsa da, onlar hiçbir zaman sabırlarını yitirmiyorlardı. Birbirlerine destek oluyor, birlikte gülüyor, birlikte eğleniyorlardı. O an, bir aile olmanın önemini bir kez daha derinden hissetmiştim. Ve ben, bu sıcak ve sevgi dolu aile tablosunu sonsuza dek yaşatmak istiyordum. Belki de bir fotoğraf karesiyle, o anın hissini başkalarına aktarabilirdim.

Bahçenin Büyüsü
Bahçedeki ışıklar, sıcak ve loş bir ambiyans oluşturuyordu. Rüzgarın hafif esintisi, bira şişelerinin hafif çınlaması ve kahkahaların sesi, geceye farklı bir ahenk katıyordu. Yerdeki çiçeklerin o güzel kokusu, sanki bahçeyi bir parfüm bahçesine çevirmişti. Bu bahçe, adeta tüm dünyayı bir araya getirmişti. Ve belki de ben, bu gecenin hikâyesini fotoğraflarla değil, kalbime kazıyarak anlatmalıydım.

Gece ilerlediğinde, herkes yavaş yavaş odalarına çekildi. Ben de odamın camından Oaxaca'nın geceye karışan ışıklarını izlerken, bu evde tanıştığım insanların hikayelerinin bir parçası olmanın ne kadar değerli olduğunu düşündüm. Kazakistanlı bir çift, Ukraynalı bir gezgin ve onların küçük çocuklarıyla geçirdiğim bu gece, Oaxaca'daki zamanımın unutulmaz bir parçasıydı. Yarının neler getireceğini merak ederek, uykuya daldım. Belki yarın da yeni dostluklar kurardım. Belki de bu şehirde, beni daha güzel sürprizler bekliyordu. Belki de bu yepyeni hikayeler fotoğraflarımla anlam kazanacaktı.

Nina'nın Müjdesi ve Kahvaltı Daveti: Yeni Bir Başlangıç
Ertesi sabah, bahçede güneş ışıkları hafifçe dans ederken, kapımın çalınması ve Nina'nın heyecanlı sesiyle uyandım. Bu da neyin nesi? "Erkek arkadaşım Pavlo geldi!" dedi. Onu dün akşam hiç görmemiştim, ama Nina'nın yüzündeki mutluluk her şeyi anlatıyordu. Pavlo'nun birkaç hafta önce annesinin vefatı sebebiyle Ukrayna'ya döndüğünü ve oradaki savaşın zorluklarıyla mücadele ettiğini öğrendim. Şimdi yeniden bir araya gelmişlerdi ve bu sabah, beni kahvaltıya davet ediyorlardı. Bu ne kadar da güzel bir haber! Sanki hayat, bana yeni bir umut veriyordu. Belki de hayatımın hikayesi, bu sabah yeniden yazılmaya başlanıyordu. Ve ben, bu güzel başlangıcı en kısa sürede fotoğraflayacaktım. O an, kameramı yanıma alıp, yeni güne hazırlandım. Belki de bu sabah, aşkın ve yeniden buluşmanın fotoğrafını çekecektim.

Ortak Kahvaltı ve Yeni Bir Dostluk
Hep birlikte Jalatlaco'daki küçük ama popüler bir kahvaltı mekanına gittik. Burası, rengarenk masaları ve yerel yemek kokularıyla Oaxaca'nın tipik bir köşesiydi. Buraya bayıldım! Burası adeta bir lezzet şöleniydi. Pavlo, ilk tanıştığımda oldukça kibar ve samimi biriydi. Onunla Nina arasındaki o sevgi bağı hemen hissediliyordu. Masaya oturduğumuzda, yerel kahvaltının olmazsa olmazı olan huevos rancheros, taze tortilla ve Oaxaca'nın ünlü kahvesinden söyledik. Ne kadar güzel bir kahvaltıydı! Kahvaltı sırasında Pavlo, Ukrayna'da yaşadığı zorluklardan bahsederken, bu yolculuğun onun için bir yenilenme fırsatı olduğunu da anlattı. Nina, onu sessizce dinlerken, elini tutuyordu. Ne kadar da özel bir bağ! Umarım hayat, onlara daha da güzel günler getirirdi. Belki de ben, bu dostluk bağlarını en güzel şekilde fotoğraflayabilirim. Ve ben, bu anın fotoğrafını çekerek, bu umudu tüm dünyaya yayabilirdim.

Monte Albán: Tarihin Büyülü İzleri
Kahvaltıdan sonra Monte Albán'a gitmeye karar verdik. Rafael daha önceden bize bir şoför ayarlamıştı. Bir taksi ile Oaxaca'nın yukarısında, geniş bir düzlüğe ulaştık. Monte Albán harabelerine yaklaştıkça, bir zamanlar Zapotek uygarlığının kalbinin burada attığını hissetmek mümkündü. Geniş bir plato üzerine kurulu, görkemli piramitler ve taş yapılar bizi karşıladı. Pavlo, tarihi eserlere ilgi duyduğundan buranın hikayesini oldukça iyi biliyordu. "Monte Albán, M.Ö. 500 civarında Zapotekler tarafından kuruldu," dedi Pavlo. Burası sadece bir şehir değil, aynı zamanda dini törenlerin ve astronomik gözlemlerin yapıldığı bir merkezdi. Bu yükseklikten Zapotekler, tüm vadiyi kontrol edebiliyorlardı. Bu sözler, gördüğümüz yerlerin anlamını daha derinleştirdi. Çevremizde yükselen piramitler ve taş platformlar, sanki geçmişin gölgeleri gibiydi. O an, geçmişle gelecek arasındaki o bağın ne kadar güçlü olduğunu derinden hissettim. Burası sanki bir zaman makinesi gibiydi ve beni geçmişe götürüyordu.

Monte Albán: Zapoteklerin Hikayeleri ve Sırları
Monte Albán, bir zamanlar Zapotek uygarlığının merkezi olmuş, adeta bir açık hava müzesiydi. Yüzlerce yıl önce, Zapotekler bu tepede, muhteşem bir şehir inşa etmişlerdi. Piramitler, tapınaklar, stadyumlar... Hepsi, Zapoteklerin astronomi, mimari ve sanat alanlarındaki büyük yeteneklerinin birer kanıtıydı. Şehrin merkezindeki Büyük Plaza, bir zamanlar dini törenlere, festivallere ve önemli olaylara sahne oluyordu. Çevredeki taş oymaları ve yazıtlar, Zapoteklerin yaşam tarzları, inançları ve tarihlerine dair ipuçları sunuyordu. Monte Albán, sadece bir harabe değil, aynı zamanda bir zamanlar burada yaşamış bir medeniyetin de hikayesini anlatıyordu. Her taşta, her oymada, derin bir hikaye saklıydı.

Monte Alban'daki Gizemli Atmosfer
Monte Albán'da yürüdükçe, içimde o eski medeniyete dair bir saygı duygusu oluşmuştu. O an, fotoğraflamak istediğim sadece taşlar veya yapılar değildi. Aksine, o geçmiş medeniyetin ruhunu, gizemini, her bir taşın hikayesini yansıtmak istiyordum. İçimde, Zapoteklerin yaşadığı o günlere gitme isteği uyanmıştı. Bir fotoğrafımla, tüm o zamanı ve mekanı yakalayabilirdim.

Bir noktada, Monte Albán’ın kenarındaki bir noktaya oturup vadinin muhteşem manzarasını izledik. Uçsuz bucaksız bir yeşillik, küçük köylerle dolu vadiler ve dağların arasından süzülen ince yollar… “Zapotekler buraya baktığında ne düşünüyorlardı?” diye sordum kendi kendime. Pavlo, “Belki de onların baktığı manzara bizim gördüğümüzden çok daha fazlasını ifade ediyordu. Ruhani bir bağ, belki de evrene dair bir anlayış,” dedi.

Tarihin Yankısı ve İçsel Bir Yolculuk
Pavlo, merkezdeki büyük plaza boyunca yürürken, "Şu yapı, bir gözlemevi olabilir," dedi. Gökyüzüne doğru baktım. Burası, bir zamanlar yıldızları izlemek için kullanılmıştı. O an, buranın bir zamanlar yıldızları izlemek için kullanılan bir yer olduğunu hayal etmeye çalıştım. Nina, çevredeki taş oymalara baktı ve "Bu işçilik inanılmaz. O kadar detaylı ki, her bir taş sanki bir hikâye anlatıyor," dedi. Birlikte yürürken, bölgeye hakim olan sessizliği ve rüzgarın taşıdığı eski çağların yankısını hissettik. Bir noktada, Monte Albán'ın kenarına oturduk ve vadinin muhteşem manzarasını izledik. Uçsuz bucaksız bir yeşillik, küçük köyler ve dağların arasından süzülen ince yollar... Zapotekler buraya baktığında ne düşünüyorlardı? Belki de onların baktığı manzara, bizim gördüğümüzden çok daha fazlasını ifade ediyordu. Ruhani bir bağ, belki de evrene dair bir anlayış... O an, kendi içsel yolculuğuma da çıktım. İçimde belirsiz bir his vardı. Geçmişi ve geleceği aynı anda hissediyor gibiydim. Belki bu hissi, ben bir fotoğraf karesiyle anlatabilirdim.

Dostluk, İyileşme ve Umut
Dönüş yolunda Nina, "Bu yolculuk benim için bir terapi gibi oldu," dedi ve Pavlo'ya dönerek ekledi, "Ama asıl iyileşmeyi seninle yeniden burada buldum." Onların arasındaki bu bağa şahit olmak, Monte Albán'ın mistik havasında bile insan ilişkilerinin ne kadar güçlü bir enerjiye sahip olduğunu hissettirdi. O an, kendi kendime, "İyileşmek, yeniden doğmak, her şeye rağmen umutlu olmak..." diye düşündüm. Monte Albán, sadece taşlardan ibaret bir harabe değildi. Aynı zamanda, geçmişin, şimdinin ve insanların hikayelerini birleştiren bir yerdi. Oaxaca'da her geçen gün, yeni bir hikâye ile daha da derinleşiyordum. Pavlo'nun tarihi bilgisi, Nina'nın enerjisi ve bu muhteşem manzara, günümü benzersiz bir deneyim haline getirmişti. Belki de ben, bu hikayelerin tamamını fotoğraflamalıydım. O an, fotoğraf makinamı elime alıp, tekrar etrafı gözlemlemeye başladım.

Pavlo, Adil ve Festival Coşkusu
Eve döndük, duş aldık. Bahçede çiçekleri sulayan Pavlo'ya Kazak çifti anlattım, tanıştırdım. Amir etrafta koşuştururken, Pavlo hemen onlarla kaynaştı. Pavlo'nun doğal samimiyeti ve güler yüzü, Nina'nın enerjisiyle birleşince, Aynur ve Adil zaten çok tatlı insanlardı ve bahçede sıcak bir atmosfer oluştu. O sırada Adil, "Şehirde bir meydan etkinliği varmış, hem müzik hem de sokak lezzetleri. Oraya gitsek nasıl olur?" diye sordu. Hepimiz bu fikri hemen onayladık. Amir ise duyduğu heyecanla, "Dans edeceğim!" diye sevinçle zıpladı. İçimde yine o keşfetme arzusu kabarmaya başlamıştı. Belki de bu festivalde, yepyeni fotoğraflar yakalayacaktım.

Hep birlikte yürüyerek Oaxaca'nın meşhur meydanı olan Zócalo'ya doğru yola koyulduk. Meydan, gecenin erken saatlerinde bile ışıl ışıldı ve sokaklardan yükselen canlı müzik sesleri giderek daha da netleşiyordu. Renkli kıyafetler giymiş dansçılar, meydanın merkezinde gösteriler yapıyordu. Mariachi grubu, gitarları ve trompetleriyle klasik Meksika melodileri çalıyordu. Kalabalığın enerjisi hepimizi sardı. O an, kendimi bu kalabalığın ve bu coşkunun bir parçası olarak hissettim. Kameramı hazırladım, bu anları kaydetmek için sabırsızlanıyordum.

Lezzetler, Sohbetler ve Dostluklar
Yavaşça meydanın kenarındaki sokak tezgahlarına yöneldik. Adil, "Tamales mi bu? Daha önce hiç denemedim," derken Nina, "Kesinlikle denemelisin, Oaxaca'nın yemekleri başka hiçbir yerde bulamayacağın kadar eşsiz," dedi. Pavlo, sıradan bir turist gibi değil, neredeyse yerel biri gibi meydanı ve yemekleri anlatıyordu. Her birimize sıcacık tamales aldı. İçindeki etli ve mısırlı dolguyla tamales, sadece lezzetli değil, aynı zamanda bu bölgenin kültürüne açılan bir pencere gibiydi. O an, yediğim her lokmada o bölgenin tarihini ve kültürünü hissetim. Ve belki de, bu kültürü fotoğraflarım ile başkalarına da yansıtabilirdim.

Amir ise tamalesini hızlıca bitirdikten sonra, meydanın merkezinde dans eden çocukları fark etti. "Ben de oynayabilir miyim?" diye sordu. Ainur gülümseyerek, "Tabii ki! Git ve eğlen," dedi. Küçük Amir, diğer çocukların arasına karıştı ve neşeyle dans etmeye başladı. Onun mutlu çığlıkları, Mariachi grubunun müziğine karışıyordu. Onun o özgür ruhu, tüm kalbimi ısıtmıştı. Belki de bir çocuk gibi dans etmeliydim, belki de dansın özgürleştirici ruhuna teslim olmalıydım.

Biz yetişkinler ise tezgahların arasında dolaşıp bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da farklı yemekleri deniyorduk. Pavlo, "Bunlar chapulines, kızarmış çekirgeler," dediğinde hepimiz şaşırdık. Nina, "Ben daha önce denedim, inanılmaz çıtır ve lezzetli," diyerek cesurca bir avuç aldı. Adil ve ben ilk başta çekimser davransak da, sonunda denemekten geri durmadık. Gerçekten şaşırtıcı derecede lezzetliydi! Yeni tatlara ve deneyimlere açık olmak, ne kadar önemliydi. Belki de bu anı, yediğim o farklı yiyecekleri fotoğraflayarak ölümsüzleştirebilirdim. O an, kameramı tekrar elime aldım.

Müzik, Mezcal ve Derin Sohbetler
Müzik hızlandıkça, meydandaki dans eden kalabalık daha da büyüdü. Amir'in enerjisi tükenmek bilmezken, biz de meydanın kenarındaki bir masaya oturup Oaxaca'nın meşhur içeceği mezcalden birer yudum aldık. Pavlo, mezcal hakkında bildiklerini paylaştı. "Buradaki her şey doğadan geliyor. Meksika'nın her yudumunda bir hikayesi var," dedi. Sohbetimiz geçmişlerimizden, seyahat anılarımıza kadar uzandı. Adil ve Ainur, Kazakistan'daki o geniş bozkırları anlatırken, Pavlo Ukrayna'daki savaşın ardından hayatta kalmanın ne kadar büyük bir mucize olduğunu paylaştı. Nina, "Her şeye rağmen buradayız, birbirimize tutunuyoruz ve bu dünyayı birlikte keşfediyoruz," dedi. O an, farklı hikayelerimizin nasıl bir araya geldiğine şahit oldum. Ve belki de, bu bağın fotoğrafını çekerek, birbirimize ne kadar yakın olduğumuzu gösterebilirdim.

Pavlo'nun İçsel Mücadelesi
Pavlo, Ukrayna'daki o zorlu günleri anlatırken, sesindeki hüzün, tüm kalbimize dokunmuştu. Savaşı, yıkımı ve kaybettiklerini anlatırken, içten içe ağladığını hissediyordum. Savaşın acı yüzünü o an, daha derinden kavramıştım. Ama o, tüm bunların üstesinden gelmişti. O kadar güçlü duruyordu ki, herkesin gözlerinde ona karşı bir hayranlık vardı. Belki de, onun içindeki acıyı ve gücü, bir fotoğraf karesinde birleştirebilirdim.

Gece ilerlerken, Mariachi grubu yavaş bir melodi çalmaya başladı. Meydandaki kalabalık azalmaya başlamıştı ama bizim sohbetimiz bitmek bilmiyordu. Hepimiz, meydanın ışıkları altında, farklı yerlerden gelen hikayelerimizi, Oaxaca'nın sıcaklığı ve renkleriyle harmanladık. O an, tüm dünyanın bir araya geldiği, yepyeni bir evrende yaşıyor gibiydik. Ve belki de bu farklılıkların ahengini, fotoğraflarım ile yakalayabilirdim.

Amir sonunda uykusuzluğa yenik düştü ve Ainur'un kucağında uyuyakaldı. Hepimiz gülerek eve dönmek üzere yola koyulduk. O an, farklı ülkelerden gelen insanların bir araya gelip dostluk kurmasının ne kadar özel bir şey olduğunu düşündüm. Oaxaca'nın büyüsü, sadece renkleri ve yemeklerinde değil, insanları bir araya getiren o sıcak enerjisinde yatıyordu. Bu gece, uzun süre unutamayacağım bir anıya dönüşmüştü. Ve belki de tüm o anları, kendi fotoğraflarım ile ölümsüzleştirmeliydim... Kameramı elime aldım, yeni hikayeler için sabırsızlanıyordum.

Hafıza Kartı Heyecanı ve Özgürlük
Yeni aldığım hafıza kartlarının heyecanı içimde tarifsiz bir duygu yaratıyordu. Artık, hiçbir anı kaçırmayacaktım. Bu yolculukta gördüğüm her bir kare, artık benimle birlikte yaşayacaktı. O kartlar, bana sanki yeniden doğmuş gibi bir özgürlük hissi vermişti. Ve bu özgürlüğü, her an fotoğraf çekerek kutlayacaktım.

Meksika maceram devam edecek...

 

Rio de Jenairo


Brezilya'ya Renkli Bir Yolculuk: Samba, Ritim, ve Beklenmedik Karşılaşmalar

 

Rio’da Renkli Bir Yolculuk: Samba, Ritim, ve Beklenmedik

Rio de Janeiro’ya olan ilgim, yıllar önce internette rastladığım bir samba videosuyla başladı. O coşku, o enerji ve arkada uzanan uçsuz bucaksız kumsal görüntüsü zihnime kazınmıştı. Aradan uzunca bir zaman geçti ve sonunda o videodaki şehrin ritmini bizzat hissetme fırsatını yakaladım. Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan da uzun bir uçuşla Brezilya’ya… Uzun bir yol olsa da içimdeki heyecanı hiçbir şey gölgeleyemezdi. “Sonunda o rüyadaki şehre ayak basıyorum,” diye düşündüm, “bakalım beni neler bekleyecek?”

Uçaktan İlk Adıma: Gümrük Memurunun Sempatik Sözü

Uçuşum sabah saatlerinde Rio de Janeiro’nun Galeão Havalimanı’na indi. Saat farkından dolayı biraz sersemlemiş hissediyordum ama heyecanım ağır basıyordu. “Uyku sersemliği de ne ki, ben Rio’dayım!” diye düşündüm. Pasaport kontrolüne ilerlerken, gümrük memuru İspanyolca’ya benzer bir Portekizce ile bana bir şeyler sordu. Tam ne dediğini anlamaya çalışırken, “Bem-vindo!” dedi gülümseyerek. Hoş geldin! Yorgunluğumu bir anda silen o gülümsemeyle, “Obrigado,” dedim. Teşekkürler. Pasaportuma damgayı bastıktan sonra, “Rio’da müthiş bir hafta geçirmen dileğiyle!” diyerek el salladı. “Bu ne kadar da içten bir karşılama,” diye düşündüm. “Sanki çok uzun zamandır bekliyormuş gibi.”

Havalimanından çıktıktan sonra, tropik bir esinti yüzüme çarptı. Havada, hafif nemin karışımıyla egzotik çiçeklerin keskin kokusu dans ediyordu. Mısır püsküllerine benzeyen palmiyelerin yaprakları hafifçe hışırdıyordu. Kulağıma çalınan Portekizce tınılar, sanki sıcak bir melodi gibiydi. Burası, gerçekten de farklı bir âlemdi. “Tam da hayal ettiğim gibi,” diye iç geçirdim, “renkler, sesler, kokular… Sanki başka bir gezegendeyim.”


Airbnb Macerası: Eski Apartman, Sıcakkanlı Ev Sahibi (Lapa'nın Ruhuna Giriş)Konaklamak için Lapa semtinde, biraz salaş ama tarihi bir binanın üçüncü katında bir Airbnb tutmuştum. Ev sahibi, Adriana adında orta yaşlı bir kadındı. Apartmanın dışı eski ve grafitiyle doluydu. “Umarım içerisi de dışı gibi değildir,” diye düşündüm, “biraz tedirgin oldum sanki.” Lapa’nın bu hali aslında onun ruhunu yansıtıyordu. Bir zamanlar Rio'nun gece hayatının kalbi olan, sanatçıların ve entelektüellerin buluşma noktası bu semt, günümüzde de bohem ve özgün atmosferini koruyordu. Başta biraz tedirgin olsam da binanın içine girer girmez kendimi Rio’nun tarihî bir sayfasına adım atmış gibi hissettim. Yapının yüksek tavanları ve ahşap merdivenleri, 1900’lerden kalma bir konağı andırıyordu. Ahşap parkenin serinliği ayaklarımın altında hoş bir his bırakıyordu.

Adriana, kapıyı kocaman bir gülümsemeyle açtı. İngilizcesi çok iyi değildi ama beden diliyle her şeyi anlatıyordu. “Olá!” dedi, hoş geldin der gibi. Ben de gülümseyerek “Merhaba,” dedim. Evin küçük ama sıcacık bir balkonu vardı. “Burası tam kafa dinlemelik,” diye düşündüm, “sokakları izlemek ayrı bir terapi.” Oradan Lapa sokaklarının karmaşasını izlemek, ayrı bir keyifti. Tamamen ahşap parkeli salon ve beyaz keten koltuklar beni şaşırttı; dışarıdan beklenmeyecek kadar bakımlı ve temizdi içerisi. Kısaca eşyalarımı yerleştirdim; ardından Adriana, “Acıktın mı?” diye sordu. Birlikte dışarı çıkıp öğlen yemeği yiyeceğimizi söyledi. “Daha ilk dakikadan yerel lezzetleri tadacağım, harika!” diye içimden geçirdim.

Yerel Para ve Hızlı Matematik

Dışarı çıkmadan önce, birkaç sokak ilerideki bir döviz bürosunda Euro’larımı Brezilya Reali’ne (BRL) çevirmem gerekti. Danışmadaki görevli, kur oranını tahtaya tebeşirle yazmıştı. “Umarım doğru hesaplıyorumdur,” diye düşündüm, “Rio’da para harcamak kolay olacak gibi.” Hızlıca kafamda matematik yaparak cebimdeki para miktarını hesapladım. Rio’nun fiyat ortalamasını bilmiyordum ama Adriana’nın rehberliğine güvenerek “bir şekilde” idare ederim diye düşünüyordum. Döviz bozdurma işini halledince, artık şehrin kalbine dalma vaktim gelmişti. “Hazırım Rio, göster kendini!” diye içimden haykırdım.

Lapa Sokaklarında İlk Keşif ve Ünlü Merdivenler (Lapa'nın Sanat ve Müzik Dolu Kalbi)

Adriana ile birlikte Lapa sokaklarını dolaşmaya başladık. Cıvıl cıvıl grafitilerin eşlik ettiği dar sokaklarda, müzik sesi neredeyse her köşeden duyuluyordu. “Bu sokaklar birer sanat eseri gibi,” diye düşündüm, “her köşede bir sürpriz var.” Lapa, sadece binalarıyla değil, sokak sanatıyla da ünlüydü. Duvarları süsleyen grafitiler, Rio'nun modern sanat sahnesinin bir parçasıydı. Sokaklardan yükselen baharat kokuları, taze meyvelerin tatlı rayihası havayı sarıyordu. İlk durağımız, meşhur Selarón Merdivenleri oldu. Bu merdivenler, Şilili sanatçı Jorge Selarón’un dünya ülkelerinden topladığı renkli seramiklerle kaplanmıştı. Bu merdivenler, Selarón'un hayatının büyük bir kısmını adadığı bir projeydi. Farklı kültürleri bir araya getirme, dünyayı tek bir sanat eseri haline getirme tutkusunun bir sembolüydü. Seramiklerin pürüzlü dokusu parmak uçlarıma çarparken, her bir parçanın ayrı bir hikayesi varmış gibi hissediyordum. “Türkiye”yi temsil eden minik bir seramik parçası gördüğümde, gururla gülümsedim. “İşte benim memleketim,” diye düşündüm, “burada da bir izimiz var.” Adriana, “Bak, burası senin ülken!” dedi gülümseyerek. Etrafımızda turistler fotoğraf çekiyor, kimileri merdivenlerin başında gitar çalıyordu. Renkler, sesler ve kocaman bir kalabalık… Enerjisi gerçekten benzersizdi. “İşte Rio’nun özeti,” diye iç geçirdim, “tam da beklediğim gibi.”

Akşam Yemeği: Feijoada ve Bira

Öğleden sonrayı atıştırmalıklarla geçirdikten sonra, akşam yemeğinde Adriana beni geleneksel bir “boteco”ya götürdü. “Boteco da ne ola ki?” diye içimden merak ettim. Boteco, Brezilya’nın yerel meyhane/kafe karışımı mekânlarına deniyor. Bu mekanlar, genellikle basit ve samimi bir atmosfere sahipti. Burada insanlar toplanır, sohbet eder, bir şeyler içer ve geleneksel yemekleri tadardı. İçerisi, ahşap masalar ve nostaljik fotoğraflarla doluydu. Ahşabın hafif nemli kokusu, eski zamanların anılarını canlandırıyordu. Elimde menüye bakarken Adriana, “Feijoada” yemem gerektiğini söyledi. “Feijoada mı, o da ne?” diye düşündüm. Feijoada, kara fasulye ve etin uzun süre pişirilmesiyle hazırlanan bir Brezilya yemeği. Bu yemek, Brezilya mutfağının en önemli lezzetlerinden biriydi. Yanında pirinç, kızarmış muz (banane frita) ve yeşilliklerle servis ediliyordu. Feijoadanın zengin, doyurucu kokusu midemi harekete geçirdi. Kara fasulyenin topraksı tadı, etin tuzlu notaları, pirincin hafif tatlılığı ve kızarmış muzun o eşsiz lezzeti ağzımda tam bir şölen yarattı. Bolca protein ve enerji! Buna eşlik etmesi için de buz gibi bir “Cerveja” (bira) söyledik. “İyi ki geldim buraya,” diye düşündüm. Biranın soğukluğu boğazımdan aşağıya inerken, günün yorgunluğunu alıyordu. “Tam bir şölen,” diye düşündüm, “hem gözüm hem de midem bayram etti.” Yemek, hem göze hem de damağa hitap eden bir şölen gibiydi. Sıcak Rio akşamında, bu ziyafetle mest olmuştum.

Samba Gecesi ve Tanıştığım İtalyan Fotoğrafçı

Yemeğin ardından Adriana, “Hazır mısın? Asıl Rio şimdi başlıyor,” dedi. “Eyvah, şimdi ne olacak?” diye içimden geçirdim. Kendimi Lapa kemerlerinin altındaki hareketli kalabalığın içinde buldum. Lapa kemerleri, geçmişte su kemerleri olarak kullanılmış, şimdi ise Rio'nun gece hayatının simgesi haline gelmişti. Açık havada kurulan sahnelerde samba müzikleri yankılanıyor, insanların kahkahaları ve dans figürleri tüm geceyi aydınlatıyordu. Sambanın ritmi, kalbimin atışıyla uyum sağlıyordu. Sokak satıcıları “caipirinha” (Brezilya’ya özgü lime ve şeker kamışı alkolüyle yapılan kokteyl) satıyordu. Caipirinha’nın ekşimsi, tatlı ve ferahlatıcı kokusu havada dans ediyordu. O kadar coşkulu bir ortamdı ki, istemeseniz bile ayaklarınız ritme eşlik ediyor. “Bu ritme karşı koymak mümkün değil,” diye düşündüm, “kendimi müziğe bırakıyorum.” Samba, Brezilya’nın ruhunu yansıtan, coşkulu ve enerjik bir müzik türüydü. Adriana beni bir dans grubuyla tanıştırdı ve anında öğrendiğim birkaç samba figürünü denemeye başladım. Sağımda solumda, her milletten insan vardı.

Tam bu sırada omzuma ufak bir dokunuş hissettim. “Kim o?” diye içimden merak ettim. Elinde kocaman bir DSLR kamera taşıyan biri yanıma gelmiş, gülümseyerek “Merhaba” dedi. Şaşırdım çünkü İtalyan aksanıyla İngilizce konuşuyordu. “Ciao! Ben Antonio,” dedi. Adının Antonio olduğunu, GettyImages için fotoğraf çektiğini öğrendim. “Fotoğrafçı ha? Ne ilginç bir tesadüf,” diye içimden geçirdim. Daha önce Budapeşte’de de çekimler yapmış ve şimdiyse Rio’nun karnaval ruhunu yansıtan karelerin peşindeymiş. Dans eden kalabalığın arasından geçerken, “Peki, burayı fotoğraflamayı mı düşünüyorsun?” diye sordum. “Elbette, her köşesinde ayrı bir hikaye var,” dedi Antonio gülümseyerek. “Peki yarın nereleri çekeceksin?” diye sordum. O da ertesi sabah Copacabana ve Ipanema plajlarına gideceğinden bahsetti. Ben de “Belki sabah orada karşılaşırız?” diye espri yaptım. “Kim bilir, belki bir gün beraber bir proje yaparız, Rio'nun renklerini tüm dünyaya yansıtırız,” dedi gülerek. “O da ne sürpriz olur,” diye kendi kendime güldüm.

Geceyi Sonlandırmak Üzereyken: Arjantinli Müzisyenlerle Tesadüf

Samba gecesi bitmeye yakın, Adriana eve dönmek istedi. Yorgunluktan bitap düştüğümü hissetsem de ortamı bırakmak kolay değildi. “Daha çok erken, sanki daha yeni ısındım,” diye düşündüm. Tam bu sırada, köşe bir sokakta kulaktan dolma İspanyolca ile “Vamos a tocar!” (Çalacağız!) diyen bir grup insan dikkatimi çekti. Kısa boylu, neşeli bir adam, elindeki gitara vurmaya başladı. Yanında genç bir kadın elinde küçük bir davul, ötekiyse flüt çalıyordu. Gitarın telleri titrerken, flütün narin melodisi ve davulun ritmik vuruşları birbirine karışıyordu. Yaklaşıp “Siz nerelisiniz?” diye sorduğumda, “Buenos Aires’den geldik, turne bitince Rio’ya uğrayıp biraz sokak müziği yapalım dedik,” diye cevap verdiler. “Buenos Aires mi? Ne şanslıyım ki onları da gördüm,” diye iç geçirdim. Arjantinli bu müzisyenler, samimi bir şekilde beni aralarına davet ettiler.

Bir anda kendimi, elime tutuşturdukları marakaslarla ritim tutarken buldum. Marakasların içindeki tohumlar, avuçlarımın içinde dans ediyordu. Sokaktan geçenler yanımıza katıldı. On beş-yirmi dakikalık bu minik “konser” bittiğinde birbirimize sarıldık. Ben de “Türkiye’ye gelirseniz haber verin, Antalya sahillerinde de çalarsınız,” dedim. Gözlerinde bir heyecan kıvılcımı belirdi, “Neden olmasın?” diye cevap verdi adam gülerek. İletişim bilgilerimizi paylaştık. “Kim bilir, belki bir gün Antalya’da da buluşuruz,” diye düşündüm.

İstenmeyen Sürpriz: Bilgisayar Çantası Derdi

Gece neredeyse üçe yaklaşırken, eve dönmeye niyetlendim. Adriana çoktan uyumuştu. Kendimi odama atıp günü özetleyen birkaç satır yazmak istedim. Ancak, dizüstü bilgisayar çantamın fermuarının bozulduğunu fark ettim. “Şimdi nereden çıktı bu?” diye panikledim. Çantanın içine baktığımda şarj aletim ve yedek hafıza kartlarım biraz dağılmıştı. Neyse ki eksik bir şey yoktu. Ama fermuar tamamen kopmuştu. “Ya sabah Copacabana’ya gideceğim, yanımda bu çantayı nasıl taşıyacağım?” diye dertlenmeye başladım. “Sanki maceralar bitmiyordu,” diye iç geçirdim. Tamirci bulmak için sabahı beklemek zorundaydım. Bu ufak sıkıntı moralimi bozsa da gülüp geçtim, “Rio’da ufak bir aksilik, normaldir.”

Copacabana’da Beklenmedik Karşılaşma (Copacabana'nın Işıltılı ve Enerjik Plajı)

Sabahın ilk ışıklarıyla beraber, Copacabana Plajı’na ayak bastım. Kumsal tertemiz, dalgalar bir o kadar canlıydı. “İşte Rio’nun meşhur plajı,” diye düşündüm, “gerçekten de fotoğraflardan daha güzel.” Copacabana, sadece Rio'nun değil, tüm dünyanın en ünlü plajlarından biriydi. Uzun kumsalı, meşhur kaldırımları ve enerjik atmosferiyle her zaman canlıydı. Ayaklarımın altındaki sıcak, ince kum taneleri, tenime değdikçe keyif veriyordu. Denizden gelen tuzlu esinti, yüzüme çarpıyordu. İnsanlar plaj voleybolu oynuyor, koşuya çıkmış yerel halk sabah esintisini içine çekiyordu. Ben de ayakkabılarımı çıkarıp kumlarda yürürken bir yandan da fotoğraf çekiyordum. Daha önce gördüğüm fotoğraflar ne kadar etkileyici olsa da gerçeğinin çok daha büyüleyici olduğunu anlamam uzun sürmedi. Altın renkli kum, masmavi deniz ve palmiye ağaçlarının eşliğindeki hafif rüzgâr, şehre dair ilk hissimin “özgürlük” olmasını sağladı. Otelden çıkar çıkmaz yaptığım bu sabah yürüyüşü, tüm yorgunluğumu alacak gibiydi. “Bu sabah yürüyüşü bana iyi geldi,” diye iç geçirdim.

Tam sahil boyunca yürürken, ritmik bir samba müziği duydum. “Samba yine beni çağırıyor,” diye düşündüm. Bir grup Brezilyalı genç, plajda voleybol oynuyor, sahne arkasındaysa ufak bir ses sisteminden samba melodileri yükseliyordu. Müziğin ritmi, kalbimin atışıyla birleşiyordu. İzlemenin verdiği keyfe dalmışken, omzuma hafifçe dokunan biri beni kendime getirdi:

“Pardon, yardımına ihtiyacım var. Kamera çantam kayboldu!”

Diyen, heyecanlı ve biraz da panik hâlindeki kişi adını sonradan öğreneceğim Livia idi. Orta boylu, kıvırcık saçlı ve gözlerinde tedirginlik olsa da bakışlarında inatçı bir azim göze çarpıyordu. “Kim bu telaşlı kız?” diye merak ettim. Çantasını plajdaki kalabalıkta bir yere bıraktığını, döndüğünde bulamadığını söyledi. “Ne demek kayboldu? Nasıl olur?” diye sordum endişeyle. Beraberce sahil boyunca aradık, etraftaki büfecilere sorup durduk. “Umarım buluruz,” diye içimden dua ettim.

Bu arayış sırasında kısa sürede kaynaştık. Rio’lu olduğunu ancak Sao Paulo’da yaşadığını, birkaç günlüğüne evini özlediği için geldiğini anlattı. “Ben Livia,” dedi gülümseyerek. “Ben de... Neyse, boşver. Antalyadan geldim,” dedim gülerek. Ben ise Antalya’dan geliş hikâyemi, Rio’da neler yapmak istediğimi özetledim. Livia’nın gözlerindeki panik, azar azar yerini hafif bir rahatlamaya bıraktı. “Galiba ikimizin de bir hikayesi var,” diye düşündüm. Artık tek hedefimiz çantasını bulmak olsa da aradığımız sonuç gelmedi. Polise gidip rapor tutturmamız gerekti. Livia, “Çantada 3 farklı lens ve mesleğime dair notlarım vardı. Nasıl bulacağım şimdi!” diyerek kaygıyla iç geçirdi. “Gerçekten çok üzgün,” diye içimden düşündüm.

Akşamüstüne doğru yorgunluktan bitap düştük. Polis merkezi dönüşünde, Copacabana’daki ufak bir kafede soluklandık. Livia’nın kayıp çantasının peşinde ilk günden başlayan bu macera, aslında Rio’daki sonraki günlerimde beklenmedik olayların habercisi olacaktı. “Sanki kader bizi bir araya getirdi,” diye düşündüm.

İsa Heykeli ve İlk Aksiyon (Cristo Redentor'un Sembolik Yükselişi)

Ertesi sabah, Rio’nun en ünlü simgesi olan İsa Heykeli (Cristo Redentor) ziyaretim için erkenden yola çıktım. Livia’ya gün boyu benimle gelmesini teklif ettim. “Belki biraz iyi gelir,” dedim, “hem belki çantasını çalanı da yakalarız.” Hem kafasını dağıtacak hem de belki çantasını çalan kişiyle ilgili bir ipucu bulma şansı olurdu (pek mantıklı gelmese de umudu tükenmemişti). “Belki bir de bu açıdan bakmalıyız,” diye içimden düşündüm. Nihayetinde kabul etti. İsa Heykeli, Corcovado Dağı'nın zirvesinde, kollarını açmış bir şekilde Rio'ya bakıyordu. Bu heykel, sadece bir dini sembol değil, aynı zamanda Rio'nun da bir sembolüydü. Dağa tırmanırken ciğerlerime dolan temiz hava, içime ferahlık veriyordu.

Trenle Corcovado Dağı’na tırmanırken, manzara nefes kesiciydi: alabildiğine yeşillik, aşağıda kıvrılan şehir sokakları, ufukta masmavi Atlas Okyanusu… “Bu manzara karşısında insanın nutku tutuluyor,” diye iç geçirdim. Tepede, kollarını açmış İsa Heykeli’nin altında, Rio’yu kuşbakışı izlemek insana tarifi zor bir özgürlük hissi veriyordu. Ancak kalabalık da hatırı sayılır derecede çoktu. “Bu kalabalıkta dikkatli olmak gerek,” diye içimden düşündüm. Livia’yla selfie çekerken arkamızda bir kargaşa patlak verdi.

Bir grup turistin bağırışı, ardından korumaların çabuk adımlarla oraya yönelmesi… Bir yankesici, sırt çantası çalmaya kalkışmış. Livia buna şahit olunca büyük bir öfkeyle koşup adama çıkıştı, “Ne hakkın var insanların eşyasını çalmaya!” diye bağırdı. Kızgınlığı belki de kendi çantasının kaybından dolayı katlanmıştı. “O kadar öfkeli ki,” diye düşündüm, “sanırım kendi çantasının acısı da var bunda.” Kısa süreli bir arbede yaşandı. Neyse ki korumalar durumu kontrol altına aldı. Livia’nın bu cesur müdahalesi gören herkesi şaşırttı. Adrenalinle atılan kalplerimiz, İsa Heykeli’nin huzurlu atmosferine tezat oluşturuyordu.

O an fark ettim ki Livia’nın hayatında sadece çantası değil, belki başka şeyler de yolunda gitmiyordu. Yüzündeki öfke, belki geçmişte yaşadığı başka sorunların dışavurumuydu. “Livia’nın hikayesi daha derin olmalı,” diye düşündüm. O gün, ikimiz de farkında olmadan bir tür bağ kurmuştuk.

Dramatik Yüzleşme ve Kurtarma

Öğle saatlerine doğru Lapa bölgesine geçtik. Liva, “Kameram yoksa da sokakları kaydedebilirim,” diyerek not defterine hızlıca eskizler çizmeye başladı. “Livia pes etmiyor,” diye düşündüm, “tam bir savaşçı ruhu var.” Renkli grafitiler, tarihi kemerler, samba ritimlerinin sokakları doldurduğu bir karmaşa… Lapa her zamanki gibi canlıydı.

Tam Selarón Merdivenleri’ne doğru yürürken bir ses Livia’yı çağırdı: “Senin ne işin var burada?” Döndüğümüzde genç bir adam gördük, Livia’nın eski erkek arkadaşı olduğunu anladım. “Bir de eski sevgilisi mi çıktı?” diye düşündüm. Aralarında sert bakışmalar, belli ki çözülmemiş meseleler vardı. “Felipe?” dedi Livia, şaşkınlıkla. “Evet benim. Buraya kadar gelmişsin demek,” dedi adam öfkeyle. Adının Felipe olduğunu öğrendiğim bu adam, Brezilya’nın kuzeyinden geldiğini, zamanında Livia ile fırtınalı bir ilişki yaşadığını anlattı. Livia ise ona “Rio’ya geldim, çünkü evim burası. Seni görmek için değil,” diyerek sertçe cevapladı. “Bu tartışma hiç hoş olmayacak gibi,” diye iç geçirdim.

Gerilim yükseldi, Felipe öfkeyle “Çantayı ben almadım!” diye bağırdı. Meğer Livia, çantasının kaybolmasından bir an onun sorumlu olabileceğini düşünmüş. Daha da kötüsü, Felipe’nin “intikam almak amacıyla” peşinde olduğunu hayal etmiş. “Bu ne karmaşık bir ilişki,” diye düşündüm. Aralarında tartışma büyüdü. Ancak Felipe’nin tavırlarından gerçekten çalmak gibi bir şey yapmadığı anlaşılıyordu. Söz düellosu giderek sertleşirken, aniden yoldan geçen bir motosikletli, Livia’nın elindeki telefonu kapmaya kalktı. O an refleksle atılıp motosikletliyi engellemeye çalıştım. “O da neydi öyle?” diye düşündüm. Motosikletli sendeledi, yere düşecekti ki arka sokaktaki kalabalık bağırarak oraya yöneldi. Motosikletli paniğe kapılıp gazlayarak kaçtı.

Kırık dökük anlarda bile, Livia’nın gözünde hem korku hem minnet bir arada belirdi. “Sanırım ona iyi bir iyilik yaptım,” diye içimden geçti. Birkaç saniyede yaşadığımız şoktan sonra Felipe dahil hepimiz soluğu yakındaki bir kafede aldık. Adrenalin tavan yapmıştı. Bu olay Livia ile Felipe’nin uzun zamandır biriktirdiği öfkeyi kısmen hafifletmiş gibi oldu. Ardından ikisi de biraz sakinleşip konuşmaya giriştiler. Ben ise onları kendi hâllerine bıraktım. “Onlara biraz zaman tanımak gerek,” diye düşündüm. O sırada bir ses duydum: “Hey, seni dün gece Lapa’da görmüştüm!” döndüm baktım, Antonio! “İşte bu da bir tesadüf,” diye gülümsedim. Elinde fotoğraf makinesiyle kumsaldan kareler yakalıyordu. Kısa bir selamlaşma sonrası kahve içmeye karar verdik. “Olaylar olayları kovalıyor,” diye içimden geçirdim. Bir kafede oturduk, ben meyveli bir smoothie sipariş ettim, o ise sade kahve aldı. “Kahveye ne dersin?” diye sordu. “Olur, iyi gider,” diye cevapladım. Antonio, Rio’nun Lapa gecelerini fotoğraflamanın ne kadar renkli ve zorlu olduğunu anlattı. Özellikle karnaval döneminde her köşe başında bir hikâye yakalamak mümkünmüş. Ben de Antalya’dan, deniz kum güneş üçlüsünden, farklı kültürleri tanıma isteğimden bahsettim. Ufak bir kahkaha eşliğinde, “Belki bir gün Türkiye’ye de gelirim, Pamukkale ve Kapadokya’yı merak ediyorum,” dedi. “Antalya’da sizi ağırlarım,” diye karşılık verdim. Telefonlarımızı değiştik. “Belki gerçekten de bir gün karşılaşırız,” diye düşündüm. Ayaküstü, belki ilerde fotoğraf projelerinde buluşabileceğimizi konuştuk. “Kim bilir, belki birlikte bir şeyler çekeriz, sen hikayeler yazarsın, ben kareler yakalarım,” dedi gülümseyerek.

Sugarloaf Dağı ve Bir Veda (Pão de Açúcar'ın Panoramik Manzarası)

Sabaha karşı uyanınca Rio’da son günüm olduğunu fark ettim. Şehir o kadar yoğun anılarla beni sarmalamıştı ki vakit akıp gitmişti. “Nasıl da çabuk geçti zaman,” diye hayıflandım. Planım Sugarloaf Dağı (Pão de Açúcar) teleferiğine binip, o eşsiz manzarayı hafızama kazımaktı. Sugarloaf Dağı, Rio'nun bir diğer ünlü simgesiydi. Teleferikle çıkılan iki ayrı tepeden oluşuyordu ve muhteşem şehir manzaraları sunuyordu. Teleferiğin hafif sarsıntıları ve kabinin içindeki serin esinti, heyecanımı artırıyordu. Livia mesaj atıp “Bugün benimle gelir misin?” diye sordu. “Sanırım yardımıma ihtiyacı var,” diye düşündüm. Felipe ile barışma ya da tamamen ayrılma kararını vereceklermiş. “Yanımızda olur musun?” diye rica etti.

Öğleye doğru Sugarloaf’a giden teleferik kabinine bindik. Kabin yükseldikçe, Rio’nun kartpostal gibi manzarası gözler önüne seriliyordu: yemyeşil dağların arasından uzanan sahiller, gökyüzüyle bütünleşen okyanus, tepelerde küçük favelalar… “Manzara muhteşem,” diye düşündüm, “Rio’ya veda ederken unutulmaz bir anı.” Büyülenmemek mümkün değildi. Livia ile Felipe, kabinin kenarında uzun uzun konuştular. Konuşma bitip teleferikten indiğimizde, Felipe’nin yüzünde buruk bir gülümseme, Livia’nın gözlerinde ise yaşlar vardı.

“Bu kez gerçekten yollarımız ayrılıyor,” dedi Livia sessizce. “Felipe’ye haksızlık ettiğimi anlamam için böyle bir macera gerekiyormuş. Ama onunla olmak istediğimden artık emin değilim.”

“Livia’nın kafası çok karışık,” diye düşündüm. Felipe vedalaşırken, “Kendine dikkat et,” dedi. İkisinin bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilmiyordum; ama bu sahne, Rio’daki dramatik ilişkilerin bir yansımasıydı.

Ben ise teleferik istasyonunun terasında kaldım. Livia, hüznünü atlatmak için başka bir arkadaşıyla buluşmaya gitti. Güneş batarken, Rio’ya son kez yukarıdan baktım. “Elveda Rio, sen muhteşem bir şehirdin,” diye içimden fısıldadım. Etrafımda koca bir şehir ve sayısız insan hikâyesi… Yüreğimdeyse dört günde yaşadığım aksiyon, tanıştığım insanlar ve dramatik yüzleşmelere tanık olmanın ağırlığı.

Şanssızlık: Tahta Kurusu Tehlikesi Olmasa da…

Rio’daki Airbnb evimde Budapeşte’deki gibi bir “tahta kurusu” krizi yaşamadığıma şükrediyordum. Aklımda, daha önceki seyahatlerimdeki böcekli koltuk kabusları canlandı. “O anlar hala gözümün önünde,” diye düşündüm. Neyse ki Adriana’nın evinde gayet hijyenik ve sakin bir ortam vardı. Yine de yedek plan olarak, konaklama ofisine yakın bir apart otele göz koymuştum: “Her ihtimale karşı, paramı iade etmezlerse veya evde sorun çıkarsa orada kalırım,” diye düşünüyordum. Ama Rio beni korktuğum konularda değil, hep güzel sürprizlerle karşıladı. “Rio beni şaşırttı,” diye iç geçirdim.

Küçük Bir “Uyandırma” Sürprizi: Mahalle Pazarı

Lapa semtinin bir özelliği, haftanın belirli günlerinde kurulan renkli bir mahalle pazarıymış. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, kulaklarıma davul ritimlerini andıran bir ses geldi. “Bu ses de nereden çıktı?” diye merak ettim. Balkonun perdesini araladığımda, sokağın alt ucunda tezgâhlar kurulmuş, meyveler, sebzeler, baharatlar, küçük el işi takılar… Tüm bunların yanı sıra, küçük bir Samba grubu da canlı canlı sokak aralarında müzik yapıyordu. Pazardan yayılan taze meyve ve baharat kokuları, beni adeta büyülüyordu. “Rio’da her an bir sürpriz,” diye güldüm kendi kendime. Güne dans ve davul sesiyle başlamak, bana “Evet, Rio’dasın” hissini sonuna kadar yaşattı.

Pazarı dolaşırken bir tezgahtan tropikal meyveler aldım. Adını bile bilmediğim bazı meyveleri satıcı, “Denemelisin, çok tatlıdır,” diyerek elime tutuşturdu. “Bu meyve ne?” diye sordum. “Jaca,” dedi gülümseyerek. Meyvelerin sert kabukları ve içlerindeki sulu, tatlı özleriyle bambaşka bir deneyim yaşattılar. “Bu meyvelerin tadı bir harika,” diye düşündüm. Gerçekten de Rio’nun topraklarında yetişmiş bu meyveler bambaşka bir aromaya sahipti. Orada tanıştığım bir çift, Guatemala asıllıymış ve Rio’da yoga eğitimi verdiklerini anlattı. “Bu şehir insanın enerjisini yükseltiyor,” dediler. Katılmamak elde değildi. “Gerçekten de bu şehrin bir enerjisi var,” diye iç geçirdim.

Veda ve Yeni Başlangıçlar

Rio’daki son gecemde Adriana, evde küçük bir parti düzenledi. “Ne kadar da düşünceli,” diye düşündüm. Komşuları ve arkadaşları geldi, herkes ev yapımı caipirinha’larını yudumladı. Caipirinha’nın keskin alkol kokusu havada dolaşırken, limonun ekşiliği ve şekerin tatlılığı damaklarda unutulmaz bir tat bırakıyordu. Livia da yalnız bırakmadı bizi. Sambaya ara sıra forró (bir tür Brezilya dansı) karıştı. Renkli, şen, hiç bitmesin istediğim bir akşam oldu. “Bu geceyi hiç unutmayacağım,” diye içimden geçirdim. Parti bitiminde, oturduğum balkondan şehir ışıklarını seyre dalıp “Burası sadece bir şehir değil, ruhu olan bir yer,” diye geçirdim içimden.

Ertesi sabah, bavulumu topladım. Adriana’ya sarıldım ve teşekkür ettim. “Bir gün Türkiye’ye mutlaka gel,” dedim. O da “Hayatımda hiç gelmedim ama çok isterim,” diyerek gülümsedi. “Umarım gelir,” diye iç geçirdim. Bavulumu taksiye yerleştirirken, cebimde pek çok yeni arkadaşın telefon numarası, kafamda binbir anı, kalbimde Rio’nun sonsuza dek sürecek ritmi vardı. “Geri döneceğim Rio,” diye düşündüm ve Galeão Havalimanı’na doğru yola çıktım. Yol boyunca, Copacabana’da kaybolan çantayı, İsa Heykeli’nde yaşanan arbede anını, Selarón Merdivenleri’ndeki sürpriz yüzleşmeyi ve Sugarloaf Dağı’ndaki hüzünlü vedayı hatırladım. Bu dört gün, Rio’ya dair tüm önyargılarımı yıkmış, bana beklemediğim aksiyonlar ve insan ilişkilerinin derinliklerini sunmuştu.

Dönüş uçağında, Livia’nın hâlâ bulamadığı kamerasını, Felipe’yle vedalaşmasını ve benim Rio’dan aldığım dersleri düşünüp gülümsedim: Bazen bir kayıp, daha değerli kazançlara vesile olabilir. Ve bazı yüzleşmeler, yeni başlangıçların tohumu olabilir. “Bu Rio macerası bana çok şey öğretti,” diye düşündüm. Belki de Livia’nın o kayıp çantası, bir gün yeniden ortaya çıkar ve bu hikayenin devamı gelir. Belki de Antonio ile bir gün gerçekten karşılaşır, o çok istediğimiz fotoğraf projesini hayata geçiririz.

Rio’nun sıcaklığı, tüm aksi durumlara rağmen, insanın içine işleyen bir tutku bırakıyor. Bu maceranın finalinde, ruhumda hem tatlı bir yorgunluk hem de “buraya bir gün tekrar geleceğim” hissi vardı. “Elveda Rio, şimdilik veda ediyorum,” diye içimden geçirdim.

Rio de Janeiro, bana sadece egzotik bir seyahat deneyimi değil, yepyeni dostluklar, sokaklarda çalınan müziklerin verdiği coşku, coğrafyasının ve kültürünün sonsuz çeşitliliğiyle renkli bir hikâye hediye etti. Geriye dönüp baktığımda, her köşesinden yükselen müziği, sıcak insanları ve masmavi deniziyle Rio, ‘geçici bir yolculuk’tan çok öteye geçti—bana kalıcı bir ruh kattı. “Rio’nun ritmi kalbime kazındı,” diye mırıldandım.

 

Oaxaca


Meksika:
Dans, Ritim, Alkol ve Dostluklar

 

İspanyolca öğrenme fikri kafamda dönüp duruyorken Sebastião Salgado’nun sözleri aklıma geldi: "Orada zaman farklı akıyor." Bu cümle, bana daha önce hiç düşünmediğim bir şey hissettirdi. Güney Amerika’nın çağrısını. Derken Che’nin Güney Amerika’yı görme merakını ve o yolculuktaki keşiflerini hatırladım. Bir anda içimdeki macera tutkusu tetiklendi. “Neden olmasın?” dedim. Neden Meksika’yı ve onun renklerini görmeyeyim? Ama Mexico City değil, doğrudan Oaxaca! Daha yerel, daha dokunaklı bir deneyim olmalıydı. İlk iş, uçak bileti araştırmalarına başladım. Antalya’dan başlayarak, en uygun rotayı bulmam gerekiyordu. Antalya’dan İstanbul’a bir uçuş buldum, oradan da Meksika’ya bağlanıyordum. Mexico City üzerinden Oaxaca’ya ulaşmam gerekiyordu. Tabii bu, haritadan bakıldığında basit bir çizgi gibi görünebilir ama içimde heyecan, merak ve biraz da tedirginlik vardı. Bir yandan “Bu kadar uzun bir yolculuk beni nasıl etkileyecek?” diye düşünürken, diğer yandan "Meksika’nın o büyülü atmosferine adım atmak için sabırsızlanıyorum," dedim.

Meksika’ya Uçuş Planı

Biletlerimi ayarladıktan sonra, bir süre hazırlıklarla uğraştım. Yanıma fazla eşya almamaya karar verdim. Daha hafif olmak, yolculuğun tadını çıkarmak istiyordum. Ayrıca, içimde bir his vardı: Bu yolculuk sadece bir yerden bir yere gitmek değil, yeni bir ben yaratma çabası olacaktı. O yüzden pasaportumu elime aldığımda içimden sessizce, “Hadi bakalım, Oaxaca!” diye mırıldandım.

Uçakta, ilk mola olan İstanbul’a doğru ilerlerken zihnimde Salgado’nun fotoğrafları dönüp durdu. Hayatın sade ama derin göründüğü o kareler... Birkaç saatlik bir beklemeden sonra Meksika uçuşuna geçtiğimde ise artık başka bir kıtaya uçtuğumun farkındaydım. Mexico City’nin ışıkları aşağıda parıldarken, Meksika’ya gerçekten ulaştığımın heyecanı yüzüme bir gülümseme yerleştirdi.

Mexico City’de Vakit Kaybetmeden direkt Oaxaca’ya

Mexico City’deki aktarmadan sonra Oaxaca’ya doğru yola koyuldum. Başlangıçta yorucu bir yolculuk gibi görünse de içimdeki heyecan her şeyi hafifletiyordu. Yola çıktığım andan itibaren kafamda şekillenen sorular vardı: "Orası nasıl kokar, insanlar nasıl güler, müzik ne kadar yüksektir?" Bunların cevaplarını çok geçmeden öğrenecektim.

Uçak Oaxaca Havalimanı'na inişe geçtiğinde, pencereden dışarı baktım. Dağlarla çevrili bu küçük havalimanı, büyük metropollerin telaşından tamamen uzakta, sıcak ve davetkâr bir atmosfer sunuyordu. Havalimanının terminal binası küçük, samimi ve neredeyse bir kasabanın giriş kapısı gibiydi. Beton pistin sonlarında ufuk çizgisine yaslanmış dağlar vardı. Havalimanından içeri girdiğimde karmaşa yerine huzurla karşılandım. Bagajımı aldım ve dışarıya çıktım. Hava sıcak ve yumuşak, hafif bir bahar esintisi gibiydi.

Dışarıda beni bekleyen şoförü kolayca buldum. Airbnb’den tuttuğum evin sahibi, evi teslim alabilmem için bir şoför ayarlamıştı. Şoför, güler yüzlü bir adamdı; adının Carlos olduğunu söyledi. Kendi yerel aksanıyla İspanyolca konuşurken bazen kelimeleri yakalayabiliyor, bazen de sadece başımı sallayarak ona eşlik ediyordum. Carlos, yolda bana Oaxaca’yı tarif etti: rengârenk sokaklar, zengin mutfağı ve bitmeyen müziğiyle ünlü bir yerdi burası. Arabadan etrafa bakarken, az önce havalimanındaki sakinlik yerini giderek büyüyen bir canlılığa bırakıyordu. Şehir, bir resim defterinden çıkmış gibi renkliydi.

Kalacağım Ev ve Rafeal ile Tanışma

Yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuktan sonra şehir merkezine vardık. Kalacağım ev, Oaxaca’nın Jalatlaco bölgesindeydi. Dar sokaklar arasında ilerlerken, Carlos evin önünde durdu. Rengârenk boyalı, sarı bir dış cepheye sahip, tek katlı bir evdi. Beni evi teslim almak için bekleyen Rafael adında genç bir adam, kapıda belirdi. Rafael’in sırt çantası vardı ve elinde evin anahtarlarını sallıyordu. Kısa bir sohbetin ardından beni içeriye aldı. Ev, sade ama çok güzeldi: ahşap mobilyalar, rengârenk bir hamak ve avluda birkaç çiçek saksısı.

Rafael, evin kullanım detaylarını anlatmaya başladı. Beş büyük odalı ve avlusuyla bahçesi olan, bir nevi pansiyon gibi işlettiği yerdi. “Burası biraz eski ama çok sağlamdır.” dedi gülümseyerek. Mutfağın yerel seramiklerle kaplı olduğunu gösterdi. Küçük ama şirin bir yatak odası ve avluya açılan geniş bir salon vardı. "Wi-Fi biraz yavaş olabilir ama bu bölgede kimse hız konusunda şikâyetçi değil. Daha çok dışarıda vakit geçiririz," dedi. Ardından, şehirde mutlaka görmem gerektiğini söylediği yerlerin listesini çıkardı. "Monte Albán harabeleri, Santo Domingo Kilisesi ve tabii ki yerel pazarlardan biri," diye sıraladı.

Evi teslim aldıktan sonra, bir süre dinlendim. Sonra kendimi dışarı attım ve Oaxaca’yı keşfetmeye başladım. Rafael’in önerdiği yerel pazarlardan birine gittim. Mercado Benito Juárez, hem gözler hem de mideler için bir şölen gibiydi. Rengârenk meyveler, el yapımı çikolatalar ve envai çeşit el sanatları... Sokak tezgâhlarından tacos al pastor yedim. Fotoğraflar çektim. Ancak bir süre sonra fotoğraf makinemin hafıza kartının dolu olduğunu fark ettim. Çantamdaki diğer kartları çıkarmak baktığımda beklenmedik tahmin ettiğiniz o ihtimal. Hafıza kartlarını Antalya’da bırakmıştım!

Gezinin olmazsa olmazı, Yeni bir Sorun daha

Eve döner dönmez Rafael’e durumu anlattım. Rafael, önce gözlüklerini taktı, kısa bir süre düşündü, sonra "Merak etme, bir arkadaşım var, dükkanı yakınlarda. Sana yardım edebilir," dedi. Telefonunu çıkarıp birini aradı. Telefonda İspanyolca hızlı hızlı bir şeyler anlattı, arada benim doktor olduğumdan bahsettiğini fark ettim. Konuşma boyunca Rafael’in ses tonu neşeliydi ve sonunda "Tamamdır, seni Gerson’a götüreceğim," dedi. Gerson, şehir merkezinde küçük bir elektronik mağazası olan biriydi ve ihtiyaç duyduğum hafıza kartlarını temin edebilirdi.

Rafael beni dükkanın olduğu sokağa bıraktı. Dükkanın önüne geldiğimde, küçük ama düzenli bir vitrin beni karşıladı. Vitrinde eski tip radyolar, şarj aletleri, kulaklıklar ve birkaç kamera aksesuarı vardı. Dükkanın tabelasında ise "Electronica Gerson" yazıyordu. İçeriye girdiğimde, orta yaşlarda, kısa boylu, güler yüzlü bir adam bana doğru geldi. Elini uzatıp sıcak bir şekilde "Merhaba, hoş geldiniz. Gülümseyerek, Rafael senden bahsetti.” dedi.

Evrensel Meslek Doktorluk ve Gerson’un Duygusallığı

Gerson, içeriye geçip bana küçük, yerel bir kahve ikram etti. Kahvenin kokusu dükkanı doldurmuştu ve içerisi, eski cihazlarla yeni teknolojinin karışımı bir atmosfer sunuyordu. Dükkanın raflarında farklı boyutlarda hafıza kartları, mikrofonlar ve diğer elektronik cihazlar dizilmişti. Arka tarafta, tamir için bırakılmış bir radyo üzerinde çalışılıyordu.

“Buraları gezip görmeye gelmen çok mutlu etti.” dedi Gerson. "Rafael, doktor olduğundan bahsetti. Oğlum da Mexico City’de tıp fakültesi ikinci sınıfta okuyor. Bir gün umarım senin gibi dünyayı gezen bir doktor olur," diye ekledi. Gerson’un yüzünde oğlundan bahsederken gururlu bir ifade vardı. Aramızdaki bu samimi konuşma, mesleğimin ne kadar evrensel bir bağ kurabileceğini bir kez daha hatırlattı.

Gerson bana oğlunun hayallerinden ve okulda nasıl çalıştığından bahsetti. Onu Mexico City’ye göndermenin kolay olmadığını ama oğlunun doktor olma hayalini desteklemek için elinden geleni yaptığını anlattı. Ben de kendi hikayemi ve tıp eğitimimden bazı anılarımı paylaştım. Gerson’un yüzü her sözümde daha da aydınlanıyordu.

Sonunda ihtiyacım olan hafıza kartının modelini bulduk ve üç adet aldım, birini makineme taktım. Gerson’a teşekkür ederken, oğlu sebebiyle sanırım hüzünlendi ve sarıldı. "Oaxaca’daki bu günlerin umarım unutmayacağın anılar olarak kalır.” Dedi. Gerson’un samimiyeti ve oğluyla kurduğumuz bu küçük bağ, günümü daha anlamlı kıldı.

Ardından Gerson: “Bu akşam Rafael’le abimin düğününe gidiyoruz, kabul edersen eğer, bizimle gelmeni istiyoruz!" dedi. İlk başta şaşırdım ama hemen ardından heyecanlandım. Oaxaca’da bir yerel düğün! Bu benim için kaçırılmayacak bir fırsattı. Gerson, “Oaxacalı bir düğün sadece bir kutlama değil, bir deneyimdir,” diye ekledi. Rafael’le telefonda bunu konuşmuş olmalarına güldüm; meğer ikisi çoktan benim planımı yapmışlar! Ayrıca Gerson'un beni abisinin düğününe çağırması onure etti.

Düğün Heyecanı ve Sokaklar

Dükkanın önünden ayrıldım ve Jalatlaco’nun meşhur sokaklarına doğru yürüdüm. Midem karnaval gibi şarkı söylüyordu ve bu şehirde yapılacak en doğru şey, meşhur bir yerde tacos yemekti. Yürüyerek, tabelasında büyükçe "Tacos El Pastor" yazan, kırmızı tenteli bir tezgâhın önüne geldim. Hemen bir tabureye oturdum ve taze pişmiş, sıcak tacoslardan sipariş verdim. Mangalın üstünde pişen marinelenmiş etin kokusu, Oaxaca’nın sıcak havasına karışıyordu. Yanında lime dilimleri ve taze salsa sosuyla servis edilen tacos, bugüne kadar yediklerimin en iyisiydi. Etrafımda oturan herkes sohbet ediyor, kahkahalar yükseliyordu. Bu samimiyet, Oaxaca’nın ruhunu bir kez daha hatırlattı.

Tacos’umu keyifle bitirdikten sonra eve döndüm ve hızlıca üzerimi değiştirdim. İki saat sonra Rafael ve Gerson beni almaya geldiler. Kapıda beni beklerken, Rafael şaka yollu "Hazır mısın? Oaxacalı düğünlerde dans etmek zorundasın!" dedi. Gülüştük, ama içimde bir heyecan vardı. Gerson ise "Sana Oaxaca düğünlerinin ne kadar renkli olduğunu göstereceğiz, içmeden olmaz.” dedi.

Arabada kısa bir yolculuktan sonra, şehirden biraz uzakta bir kasabaya vardık. Düğün alanı, rengârenk ışıklarla süslenmişti. Büyük bir avluda, masalar ve sandalyeler sıralanmış, insanlar dans ediyor, yemekler servis ediliyordu. Mariachi grubu sahnede, canlı müzik yapıyordu ve müziğin enerjisi herkesin yüzüne yansımıştı. Gerson beni aileyle tanıştırdı. Herkes o kadar samimi ve misafirperverdi ki kendimi hemen rahat hissettim.

Meksikalı Düğünü ve Misafirperverlikleri

Öncelikle damat, yani Gerson'un abisi Gerson'a çok benziyordu. Adeta ikiz gibilerdi, ama aslında beş yaş büyükmüş, makyajdan genç gösteriyormuş, diye gülüştük. Masada otururken önüme yerel yemeklerden oluşan bir ziyafet koydular: mole soslu tavuk, tamales, taze tortillalar... Yemeğin ardından dans başladı. Rafael, beni dansa katılmam için zorladı ve birkaç dakika içinde Mariachi müziğinin ritmi beni de sardı. İnsanlar el ele tutuşmuş, neşe içinde dans ediyorlardı.

Düğün, gece ilerledikçe daha da şenlendi. Gerson, bir ara yanıma gelip, "Oğlum olsa burada seninle tanışmayı çok isterdi. Belki bir gün bu anıları ona anlatırım," dedi. Bu sözler beni duygulandırdı ve bir kez daha Oaxaca’daki insanların ne kadar derin ve samimi bağlar kurduğunu fark ettim.

Gece boyunca dans ettik, kahkahalar attık ve Oaxacalıların bu eşsiz kutlama ruhunu içimize çektik. Düğünden ayrılırken, Rafael ve Gerson’la paylaştığımız bu anların asla unutulmayacağını biliyordum.

 

Küçük ama Huzurlu Pansiyon

Rafael beni eve bıraktığında, avludan gelen kahkahalar ve hafif bir müzik sesi dikkatimi çekti. Bahçeye doğru yürüdüm ve ışıklarla süslenmiş, sıcak bir atmosfere adım attım. Bahçedeki masada bir grup insan oturmuş, ellerinde biralarla keyifli bir şekilde sohbet ediyorlardı. Rafael, "Hadi, buradaki insanlarla tanışmalısın," diyerek beni bahçedekilere doğru yönlendirdi. Kapıdan çıkarken, “Bir şeye ihtiyacın olursa beni hemen ara, tamam mı?” dedi ve samimi bir gülümsemeyle uzaklaştı.

Bahçedeki gruba yaklaştım ve hemen kendimi tanıttım. İlk dikkatimi çeken, masanın köşesinde kucağında küçük bir çocukla oturan çift oldu. Çocuk, meraklı gözlerle etrafı izliyordu. Anne olan genç kadın, gülümseyerek elini uzattı ve "Merhaba, ben Ainur, eşim Adil ve bu da oğlumuz Amir," dedi. Kazakistan’dan geldiklerini ve birkaç haftadır Oaxaca’yı keşfettiklerini anlattılar. "Amir bu seyahatte dünyanın yarısını gördü ama hâlâ en çok dondurmayı seviyor," dedi Adil gülerek. Küçük Amir, hemen ardından bir kaşık hayaliyle yüzünde tatlı bir ifade yarattı.

Masada oturan diğer kişi ise benim yaşlarımda, sarı saçlı ve enerjik bir kadın olan Nina’ydı. Ukraynalıymış ve birkaç yıldır dünyayı dolaşıyormuş. "Freelancer olarak çalışıyorum, bu yüzden laptopum yanımda olduğu sürece dünyanın her yeri benim ofisim olabilir," dedi gülümseyerek. Nina, bir yandan çalışırken bir yandan gezmenin ne kadar özgürleştirici olduğunu anlattı. "Oaxaca’da iki haftadır buradayım ve buradaki insanlar inanılmaz. Şehrin enerjisi, yemekler, müzik, her şey mükemmel," dedi.

Sohbet ilerledikçe, herkes kendi hikayesini ve Oaxaca’da neler yaptığını paylaştı. Adil ve Ainur, çocukla seyahat etmenin zorluklarını ama aynı zamanda getirdiği güzellikleri anlattılar. "Amir burada renkli pazarlarda koşturmayı çok seviyor. Çoğu zaman o bizi gezdiriyor," dediler. Nina ise bugün Oaxaca’nın yerel sanatçılarıyla tanıştığı bir galeriden bahsetti. "Bütün gün onları izledim. Ellerindeki her iş, sanki bir hikâye anlatıyor," dedi.

Biralarımızı yudumlarken, bahçedeki sıcak atmosfer giderek daha samimi hale geldi. Nina, seyahat hikayelerinden birinde bir çöl kampında develerle geçirilen bir geceyi anlatırken, küçük Amir herkesin ilgisini kendi üzerine çekmeyi başardı. Masanın altına saklanmış, oradan kimse fark etmeden herkesi izliyordu. Adil onu fark edip kucağına alırken, "Bu küçük gezgin, her zaman kendi başına bir macera arıyor," dedi.

Gece boyunca hepimiz farklı geçmişlerden gelen ama aynı çatı altında bir araya gelmiş bir grup yabancı gibi değil, eski dostlar gibi sohbet ettik. Oaxaca’nın gece havası, müzik ve kahkahalarımızla birleşmiş, bahçeyi sarmıştı.

Gece ilerlediğinde herkes yavaşça odalarına çekildi. Ben de odamın camından Oaxaca’nın geceye karışan ışıklarını izlerken, bu evde tanıştığım insanların hikayelerinin bir parçası olmanın ne kadar değerli olduğunu düşündüm. Kazakistanlı bir çift, Ukraynalı bir gezgin ve onların küçük çocuklarıyla geçirdiğim bu gece, Oaxaca’da geçirdiğim zamanın unutulmaz bir bölümüydü. Şimdi uykuya dalarken, yarının bana ne gibi sürprizler getireceğini merak ediyordum.

Nina’nın Sürprizi ve Kahvaltı Daveti

Ertesi sabah, bahçede güneş ışıkları hafifçe dans ederken, kapımın çalması ve Nina’nın sesiyle uyandım. Heyecanlıydı. "Erkek arkadaşım Pavlo geldi!" dedi. Onu dün akşam hiç görmemiştim ama Nina’nın yüzündeki mutluluk her şeyi anlatıyordu. Pavlo’nun birkaç hafta önce annesinin vefatı nedeniyle Ukrayna’ya döndüğünü ve oradaki savaşın zorluklarıyla mücadele ettiğini öğrendim. Şimdi yeniden bir araya gelmişlerdi ve bu sabah beni kahvaltıya davet ediyorlardı.

Hep birlikte, Jalatlaco’daki küçük ama popüler bir kahvaltı mekânına gittik. Burası, rengârenk masaları ve yerel yemek kokularıyla Oaxaca’nın tipik bir köşe kahvesiydi. Pavlo, ilk karşılaşmada oldukça kibar ve samimi biriydi. O ve Nina’nın arasındaki sevgi dolu bağ hemen fark ediliyordu. Masaya oturduğumuzda, yerel kahvaltının vazgeçilmezi olan huevos rancheros (çiftçi usulü yumurta), taze yapılmış tortilla ve Oaxaca’nın ünlü kahvesinden söyledik. Kahvaltı sırasında Pavlo, Ukrayna’da yaşadığı zorluklardan ama bir yandan da bu yolculuğun onun için bir yenilenme fırsatı olduğundan bahsetti. Nina, sessizce onu dinlerken elini tutuyordu.

Tarihi Monte Albán’ı aradan Çıkarmak

Kahvaltıdan sonra Monte Albán’a gitmeye karar verdik. Rafael önceden bize şoför numarası ayarlamıştı. Bir taksi bizi kısa sürede Oaxaca’nın yukarısında, geniş bir düzlüğe ulaştırdı. Monte Albán harabelerine yaklaştıkça, bir zamanlar Zapotek uygarlığının kalbinin burada attığını hissetmek mümkündü. Geniş bir plato üzerine kurulu, görkemli piramitler ve taş yapılar bizi karşıladı. Pavlo, daha önce tarihi eserlerle ilgilendiğinden buranın hikayesini oldukça iyi biliyordu.

“Monte Albán, MÖ 500 civarında Zapotekler tarafından kuruldu,” dedi Pavlo. “Burası sadece bir şehir değil, aynı zamanda dini törenlerin ve astronomik gözlemlerin yapıldığı bir merkezdi. Bu yükseklikten, Zapotekler tüm vadiyi kontrol edebiliyorlardı.” Sözleri, gördüğümüz yerlerin anlamını daha derin hale getirdi. Çevremizde yükselen piramitler ve taş platformlar, geçmişin gölgeleri gibiydi.

Pavlo, merkezdeki büyük plaza boyunca yürürken, "Şu yapı bir gözlemevi olabilir," dedi. Gökyüzüne doğru baktım ve buranın bir zamanlar yıldızları izlemek için kullanıldığını hayal etmeye çalıştım. Nina, çevredeki taş oymalara bakarak, “Bu işçilik inanılmaz. O kadar detaylı ki, her bir taşın bir hikayesi var gibi,” dedi. Birlikte yürürken, bölgeye hâkim olan sessizliği ve rüzgarın taşıdığı eski çağların yankısını hissettik.

Bir noktada, Monte Albán’ın kenarındaki bir noktaya oturup vadinin muhteşem manzarasını izledik. Uçsuz bucaksız bir yeşillik, küçük köylerle dolu vadiler ve dağların arasından süzülen ince yollar… “Zapotekler buraya baktığında ne düşünüyorlardı?” diye sordum kendi kendime. Pavlo, “Belki de onların baktığı manzara bizim gördüğümüzden çok daha fazlasını ifade ediyordu. Ruhani bir bağ, belki de evrene dair bir anlayış,” dedi.

Dönüş yolunda Nina, “Bu yolculuk benim için bir terapi gibi oldu,” dedi ve Pavlo’ya dönerek ekledi: “Ama asıl iyileşmeyi seninle yeniden burada buldum.” Onların arasındaki bu bağa tanıklık etmek, Monte Albán’ın mistik havasında bile insan ilişkilerinin ne kadar güçlü bir enerjiye sahip olduğunu hissettirdi.

Eve döndüğümüzde, Monte Albán’ın sadece taşlardan ibaret bir harabe değil, aynı zamanda geçmişin, şimdinin ve insanların hikayelerini birleştiren bir yer olduğunu anladım. Oaxaca’da her gün, yeni bir hikaye ile derinleşiyordu ve Pavlo’nun tarihi bilgisi, Nina’nın enerjisi ve bu muhteşem manzara, günümü eşsiz kılmıştı.

Pavlo, Adil’ler ve Sokak Festivali

Duşlarımızı aldıktan sonra bahçede çiçekleri sulayan Pavlo’ya Kazak çift olan Ainur ve Adil’den bahsettim ve geldiklerinde tanıştırdım. Amir de etrafta koşturup oynarken, Pavlo ve çift hemen kaynaştı. Pavlo’nun doğal samimiyeti ve güler yüzü, Nina’nın enerjisiyle birleşince, Aynur ve Adil zaten çok tatlı insalar, bahçede sıcacık bir atmosfer oluştu. O sırada Adil, "Şehirde bir meydan etkinliği varmış, hem müzik hem de sokak lezzetleri. Oraya gitsek nasıl olur?" diye sordu. Hepimiz bu fikri hemen onayladık. Amir ise duyduğu heyecanla, "Dans edeceğim!" diye sevinçle zıplıyordu.

Hep birlikte yürüyerek Oaxaca’nın meşhur meydanı olan Zócalo’ya doğru yola koyulduk. Meydan, gecenin erken saatlerinde bile ışıl ışıldı ve sokaklardan yükselen canlı müzik sesleri giderek daha da netleşiyordu. Rengârenk kıyafetler giymiş dansçılar, meydanın merkezinde gösteriler yapıyordu. Mariachi grubu, gitarları ve trompetleriyle klasik Meksika melodileri çalıyordu. Kalabalığın enerjisi hepimizi sardı.

Yavaşça meydanın kenarındaki sokak tezgahlarına yöneldik. Adil, "Tamales mi bu? Daha önce hiç denemedim," derken Nina, "Kesinlikle denemelisin, Oaxaca’nın yemekleri başka hiçbir yerde bulamayacağın kadar eşsiz," dedi. Pavlo, sıradan bir turist gibi değil, neredeyse yerel biri gibi meydanı ve yemekleri tanıtıyordu. Her birimize sıcacık tamales aldı. İçindeki etli ve mısırlı dolguyla tamales, sadece lezzetli değil, aynı zamanda bu bölgenin kültürüne açılan bir pencere gibiydi.

Amir ise tamalesini hızlıca bitirdikten sonra, meydanın merkezinde dans eden çocukları fark etti. "Ben de oynayabilir miyim?" diye sordu. Ainur gülümseyerek, "Tabii ki! Git ve eğlen," dedi. Küçük Amir, diğer çocukların arasına karıştı ve neşeyle dans etmeye başladı. Onun mutlu çığlıkları, Mariachi grubunun müziğine karışıyordu.

Biz yetişkinler ise tezgahların arasında dolaşıp bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da farklı yemekleri deniyorduk. Pavlo, "Bunlar chapulines, kızarmış çekirgeler," dediğinde hepimiz şaşırdık. Nina, "Ben daha önce denedim, inanılmaz çıtır ve lezzetli," diyerek cesurca bir avuç aldı. Adil ve ben ilk başta çekimser davransak da, sonunda denemekten geri durmadık. Gerçekten şaşırtıcı derecede lezzetliydi!

Müzik hızlandıkça meydandaki dans eden kalabalık daha da büyüdü. Amir’in enerjisi tükenmek bilmezken, biz de meydanın kenarındaki bir masaya oturup Oaxaca’nın meşhur içeceği mezcalden birer yudum aldık. Pavlo, mezcal hakkında bildiklerini paylaşırken, "Buradaki her şey doğadan geliyor. Meksika’nın her yudumda bir hikayesi var," dedi. Sohbetimiz geçmişlerimizden, seyahat anılarımıza kadar uzandı. Adil ve Ainur, Kazakistan’daki geniş bozkırları anlatırken, Pavlo Ukrayna’daki savaşın ardından hayatta kalmanın ne kadar büyük bir mucize olduğunu paylaştı. Nina, "Her şeye rağmen buradayız, birbirimize tutunuyoruz ve bu dünyayı birlikte keşfediyoruz," dedi.

Gece ilerlerken, Mariachi grubu yavaş bir melodi çalmaya başladı. Meydandaki kalabalık azalmaya başlamıştı ama bizim sohbetimiz bitmek bilmiyordu. Hepimiz, meydanın ışıkları altında farklı yerlerden gelen hikayelerimizi, Oaxaca’nın sıcaklığı ve renkleriyle harmanladık.

Amir sonunda uykusuzluğa yenik düştü ve Ainur’un kucağında uyuyakaldı. Hepimiz gülerek eve dönmek üzere yola çıktık. O an, farklı ülkelerden gelen insanların bir araya gelip dostluk kurmasının ne kadar özel bir şey olduğunu düşündüm. Oaxaca’nın büyüsü, sadece renkleri ve yemeklerinde değil, insanları bir araya getiren o sıcak enerjisinde yatıyordu. Bu gece, uzun süre unutamayacağım bir anıya dönüşmüştü.

Meksika maceramın devamı gelecek.

Scroll to Top