Meksika Macerası, İlk Bölüm
İspanyolca öğrenme fikri zihnimde usul usul bir melodi gibi çalarken, Sebastião Salgado’nun o çarpıcı sözü kalbime bir ok gibi saplandı: “Orada zaman farklı akıyor.” Güney Amerika, ruhuma fısıldayan bir çağrı gibiydi. Che’nin o destansı yolculuğu geldi gözümün önüne; keşifler, maceralar… Belki ben de o yolda, kendi özümü bulurdum. İçimde bir macera ateşi tutuştu: Neden olmasın? Neden Meksika’nın o renkli büyüsü olmasın? Ama Mexico City değil, direkt Oaxaca! Daha yerel, daha otantik… Turistik değil, ruhani bir yolculuk… Uçak bileti aramaya başladım. Antalya’dan İstanbul’a, oradan da Meksika’ya… Mexico City üzerinden Oaxaca’ya. Haritada basit bir çizgi, ama içimde bir kasırga kopuyordu. Bu uzun yolculuk beni nasıl dönüştürecekti? Ama Meksika’nın o büyülü atmosferi… Ona adım atmak için içimde tarifi zor bir heyecan vardı. Belki bu yolculuk, fotoğraf tutkuma yeni bir boyut kazandıracaktı. Belki de yeni bir bakış açısıyla dönerdim. O an, yanıma aldığım fotoğraf makinamı düşündüm, onunla bu anları yakalamak için sabırsızlanıyordum.
Meksika’ya Uçuş Planı: İçsel Bir Dönüşüm
Biletler tamam, hazırlıklar başladı. Yanıma gereksiz hiçbir eşya almamaya karar verdim. Sanki bu bir arınma, bir özgürleşme, bir içsel dönüşüm yolculuğu olacaktı. Hafiflemek, kendimi bulmak istiyordum. Bu sadece coğrafi bir yer değiştirme değil, yeni bir “ben” yaratma çabasıydı. Pasaportu elime aldığımda, içimden bir fısıltı yükseldi: “Hadi bakalım, Oaxaca!” İstanbul’a doğru havalanırken, Salgado’nun o hayat dolu fotoğrafları, zihnimde bir film şeridi gibi akmaya başladı. Hayatın sadeliği, derinliği… Saatler sonra, Meksika uçağına bindim. Başka bir kıta, bambaşka bir dünya… Mexico City’nin ışıkları, aşağıda bir yıldız denizini andırıyordu. Gerçekten de Meksika’daydım. Yüzümde bir gülümseme… Meksika beni bekliyordu ve ben, o büyüyü yaşamaya, kendimi bu yolculukta kaybetmeye hazırdım. O an, fotoğraf makinamı boynuma asıp, ilk kareyi çekmek için sabırsızlandım. Bu yolculuk benim fotoğraf tutkumla birleşecekti.
Mexico City’de Durak Yok, Direkt Oaxaca’ya!
Mexico City aktarması tamam. Oaxaca’ya doğru yol alırken, hedefime bir adım daha yaklaştığımı hissediyordum. Yol yorucu olsa da içimdeki o heyecan, her şeyi unutturuyordu. Zihnimde sorular dans ediyordu: Orası nasıl kokacaktı? İnsanlar nasıl gülecekti? Müzik nasıl yankılanacaktı? Cevapları çok yakında bulacaktım. Belki de bu cevapları, fotoğraflarımla arayacaktım. Uçak, Oaxaca Havalimanı’na doğru alçalırken, dağlarla çevrili küçük bir havalimanı belirdi. Büyük şehirlerin karmaşasından uzak, sıcak ve davetkâr bir atmosfer… Bu şehir sanki beni kollarıyla kucaklıyordu. Terminal binası, adeta bir kasabanın giriş kapısı gibiydi. İçeri girdiğim anda, bir huzur duygusu beni sardı. Bagajımı aldım, dışarı çıktım. Hava, ılık bir bahar esintisi gibiydi. “İşte Meksika,” diye fısıldadım, “Artık buradayım.” O an, havayı ve manzarayı içime çektim, bu anı kesinlikle fotoğraflamalıydım.
Ev ve Rafael: İlk İzlenimler ve İçsel Huzur
Havalimanında şoförü kolaylıkla buldum. Airbnb sahibi, evi teslim etmem için Carlos adında güler yüzlü bir adamı göndermişti. Kendi aksanıyla İspanyolca konuşuyordu, bazen anlıyor, bazen başımı sallıyordum. Carlos, Oaxaca’yı rengarenk sokaklar, zengin mutfak ve bitmeyen müzik diyarı olarak tarif ediyordu. Araba camından dışarı baktım. Havalimanının o sakin havası, yerini canlı bir coşkuya bırakıyordu. Sanki bir resim defterinden fırlamış gibi renkliydi şehir. Bu renk cümbüşünü en kısa zamanda fotoğraflamalıydım. Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra Jalatlaco bölgesine geldik. Daracık sokaklardan geçtik, Carlos evin önünde durdu. Sarı, rengarenk, tek katlı bir ev… Kapıda genç bir adam belirdi: Rafael. Elinde anahtarlar, sırtında çantası… Kısa bir tanışma sonrası beni içeri davet etti. İşte yeni yuvam… Ahşap mobilyalar, rengarenk bir hamak, çiçek saksıları… Burası hem sade, hem de huzur verici. İçimde bir rahatlama hissettim. O an, kameramla evin detaylarını kaydetmeye başladım. Bu yolculuk, fotoğraflarla anlam kazanacaktı.
Rafael’in Anlattıkları: Keşif Listesi ve Gelecek Planları
Rafael, evin detaylarını anlatmaya başladı. Beş odalı, avlulu, bir nevi pansiyon gibi işlettiği bir yer. “Burası eski ama sağlamdır,” dedi gülümseyerek. Mutfakta yerel seramikler, küçük bir yatak odası ve avluya açılan ferah bir salon… Wifi biraz yavaşmış, ama kimse şikayetçi değilmiş. “Daha çok dışarıda vakit geçiriyoruz,” dedi. Sonra, şehirde mutlaka görmem gereken yerleri sıraladı: Monte Albán, Santo Domingo Kilisesi, yerel pazarlar… Bu şehirde keşfedilecek o kadar çok şey vardı ki… Bu yolculuk, tahmin ettiğimden çok daha derin bir keşfe dönüşecekti. Kafamda fotoğraf kareleri canlanmaya başladı. O an, daha şimdiden hikayeler yakalamaya başlamıştım.
Pazarın Büyüsü ve Hafıza Kartı Kabusu
Eşyalarımı bıraktım, kendimi dışarı attım. Rafael’in tavsiye ettiği pazarlardan birine gittim. Mercado Benito Juárez… Hem gözlere, hem de mideye bir şölen gibiydi. Bu kadar renk ve canlılık görmemiştim. Rengârenk meyveler, el yapımı çikolatalar, envai çeşit el sanatları… Sokak tezgahından tacos al pastor yedim. Fotoğraflar çektim, etrafı süzdüm… Ama sonra… Makinem “hafıza kartı dolu” uyarısı verdi. Çantamda yedek kartları aramaya başladım… Yok! Antalya’da unutmuştum! İçimde bir hayal kırıklığı dalgası oluştu. “Yok artık!” dedim içimden, “Şimdi ben tüm bu güzellikleri nasıl kaydedeceğim?” Bu macera, daha da karmaşık bir hal alıyordu. O an, fotoğraf çekme tutkumla engellenmiş hissettim kendimi. Bu bir felaketti! Tüm o renkler ve hikayeler kaybolacaktı.
Mercado Benito Juárez: Yaşamın Nabzı ve Hikayeler
Mercado Benito Juárez, sadece bir pazar yeri değil, adeta Oaxaca’nın kalbiydi. Burada, nesillerdir süregelen bir ticaret geleneği yaşatılıyordu. Esnaf, tezgahlarında sergilediği ürünleri büyük bir özen ve emekle hazırlıyordu. Renkli meyveler, doğal boyalarla boyanmış el yapımı tekstiller, yerel çikolatalar, binbir çeşit baharat… Hepsi birer hikâye anlatıyordu. Pazarın içindeki tezgahlarda, aileler uzun yıllardır aynı işi yapıyorlardı. Bu, onların geçim kaynağı, hayatlarının bir parçasıydı. Her tezgahta, ayrı bir yaşam izi vardı. Bir tezgâhta, el yapımı şapkalar satan yaşlı bir kadın, torunlarına bakmak için hala çalışıyordu. Başka bir tezgâhta, genç bir adam, ailesinin geleneksel dokuma işini sürdürüyordu. Her satılan ürünün, kendine has bir hikayesi ve geleneksel bir yapılış biçimi bulunuyordu. O an, her şeyin birer hikayeden ibaret olduğunu fark ettim. Ve her hikaye, birer fotoğrafla sonsuzluğa uzanacaktı.
Gezinin olmazsa olmazı, Yeni bir Sorun daha
Eve döner dönmez Rafael’e durumu anlattım. Rafael, önce gözlüklerini taktı, kısa bir süre düşündü, sonra “Merak etme, bir arkadaşım var, dükkanı yakınlarda. Sana yardım edebilir,” dedi. Telefonunu çıkarıp birini aradı. Telefonda İspanyolca hızlı hızlı bir şeyler anlattı, arada benim doktor olduğumdan bahsettiğini fark ettim. Konuşma boyunca Rafael’in ses tonu neşeliydi ve sonunda “Tamamdır, seni Gerson’a götüreceğim,” dedi. Gerson, şehir merkezinde küçük bir elektronik mağazası olan biriydi ve ihtiyaç duyduğum hafıza kartlarını temin edebilirdi.
Rafael beni dükkanın olduğu sokağa bıraktı. Dükkanın önüne geldiğimde, küçük ama düzenli bir vitrin beni karşıladı. Vitrinde eski tip radyolar, şarj aletleri, kulaklıklar ve birkaç kamera aksesuarı vardı. Dükkanın tabelasında ise “Electronica Gerson” yazıyordu. İçeriye girdiğimde, orta yaşlarda, kısa boylu, güler yüzlü bir adam bana doğru geldi. Elini uzatıp sıcak bir şekilde “Merhaba, hoş geldiniz. Gülümseyerek, Rafael senden bahsetti.” dedi.
Elektronik Dükkanı ve Duygusal Bir Bağ
Rafael beni dükkanın olduğu sokağa bıraktı. Vitrinde eski radyolar, şarj aletleri, kamera aksesuarları… Tabela, “Electronica Gerson” yazıyordu. İçeri girdim. Orta yaşlı, kısa boylu, güler yüzlü bir adam bana doğru geldi. İşte Gerson! “Merhaba,” dedi sıcak bir sesle, “Rafael bahsetti senden.” Umarım bu dükkan, benim kurtuluş noktam olur.
Gerson, beni içeri davet etti ve küçük, yerel bir kahve ikram etti. Kahvenin kokusu tüm dükkanı sarmıştı. Eski cihazlar, yeni teknoloji, farklı bir atmosfer… “Buralara gelmen çok mutlu etti,” dedi Gerson. “Rafael, doktor olduğunu söyledi. Oğlum da Mexico City’de tıp fakültesinde okuyor. Umarım o da senin gibi dünyayı gezen bir doktor olur.” Gerson’un yüzünde gururlu bir ifade oluştu. Aramızdaki bu samimi konuşma, mesleğimin ne kadar evrensel bir bağ kurabileceğini bir kez daha hatırlattı. Belki de benim fotoğraflarım da, insanların hayatında böyle bir bağ kurmalarına yardımcı olabilirdi. O an, doktor kimliğimle, meslektaşım olan oğluna bir örnek teşkil ettiğim için gurur duydum. Belki de bu fotoğraflarım, onun umutlarını yeşertirdi.
Gerson’un Oğluna Olan Düşkünlüğü
Gerson, oğlundan bahsederken, gözleri doluyordu. Onun için bir hayat kurmak, ona iyi bir gelecek vermek, en büyük hayaliydi. “Oğlumun doktor olma hayali için her şeyi yaptım,” dedi. “Mexico City’ye göndermek kolay değildi, ama onun mutluluğu için her fedakarlığı yaparım.” Onun sesi titrek, ama gurur doluydu. O an, bir babanın oğluna duyduğu o koşulsuz sevgi, kalbime dokundu. Ve bu samimi anın bir fotoğrafı çekilebilseydi, tüm babalara bir armağan olurdu.
Baba Kalbi ve Yeni Bir Davet
Gerson, oğluyla ilgili hayallerinden, okulunda nasıl çalıştığından bahsetti. Onu Mexico City’ye göndermenin kolay olmadığını, ancak oğlunun hayali için elinden geleni yaptığını söyledi. Ben de kendi tıp eğitimimden bazı anılarımı paylaştım. Gerson’un gözleri her sözümle daha da parlıyordu. O dükkan, sadece bir elektronik mağazası değil, aynı zamanda bir baba yüreğinin sıcaklığıydı. Benim hafıza kartı sorunum, bu samimiyetin yanında önemsizdi. Sonunda, ihtiyacım olan kartları bulduk ve satın aldım. Gerson’a teşekkür ederken, oğlu sebebiyle hüzünlendi, bana sarıldı. “Oaxaca’daki bu günlerin unutulmaz olsun,” dedi. Gerson’un samimiyeti, o anı daha da anlamlı kıldı. İnsanlarla kurulan bağlar, her şeyden değerliydi. Belki de bu hikâyeleri fotoğraflayarak anlatmalıydım. Ardından Gerson: “Bu akşam Rafael’le abimin düğününe gidiyoruz, kabul edersen, bizimle gelmeni isteriz!” dedi. İlk başta şaşırdım, sonra heyecanlandım. Oaxaca’da bir yerel düğün! Bu kaçırılmayacak bir fırsattı. Gerson, “Oaxaca düğünü sadece bir kutlama değil, bir deneyimdir,” dedi. Rafael’le çoktan konuşmuşlar, beni planlarına dahil etmişlerdi. Bu ne kadar samimi bir davetti. Sanki hayat beni yeni bir maceraya davet ediyordu. Belki de ben, hiç tahmin etmediğim bir hikâyenin içine çekiliyordum. Ayrıca Gerson’un beni abisinin düğününe davet etmesi beni onurlandırmıştı. Belki bu gece, Meksika’nın kalbine daha da derinden dokunabilecektim. O an, içimde yeni bir heyecan oluştu.
Sokak Lezzetleri ve Düğün Heyecanı
Dükkandan çıktım ve Jalatlaco’nun meşhur sokaklarına yöneldim. Midem, adeta bir karnaval gibi çalıyor, dans ediyordu. Bu şehirde yapılacak en doğru şey, meşhur bir yerde tacos yemekti. “Tacos El Pastor” tabelalı bir tezgaha oturdum. Mangalda pişen etin kokusu sokaklara yayılıyordu. Yanında lime ve salsa ile servis edilen tacos, o güne kadar yediğim en lezzetli şeydi. Etraftaki insanlar sohbet ediyor, kahkahalar atıyordu. Oaxaca’nın o sıcak ruhu, her yerde hissediliyordu. Bu şehirdeki her şey, hem lezzetli hem de canlıydı. Belki de ben, bu lezzetlerin sırrını çözebilirdim. İçimdeki heyecanla birlikte fotoğraf makinamı da yanıma aldım, bu anları sonsuz kılmak için hazır bekliyordum.
Tacos El Pastor ve Oaxaca Kokusu
Tacos El Pastor’un o benzersiz kokusu, mangal ateşinin dumanıyla karışarak, sokaklara yayılıyordu. Marine edilmiş etin baharatlı kokusu, karnımı daha da acıktırıyordu. Taze tortillaların sıcaklığı, elimi ısıtırken, etin yumuşaklığı ve lezzeti damaklarımda bir şölen yaratıyordu. Lime’ın ekşiliği ve salsanın hafif acısı, tüm tatları dengeliyordu. O an, sadece bir yemek yemiyordum, tüm Oaxaca’yı yiyordum. Ve bu deneyimi, o anı, fotoğraflarla sonsuzluğa taşımak istiyordum. Belki de, bu lezzetin fotoğrafını çekerek, bu deneyimi başkalarına da yaşatabilirdim.
Tacosumu keyifle bitirdim ve eve döndüm, hızlıca üzerimi değiştirdim. İki saat sonra Rafael ve Gerson beni almaya geldiler. Kapıda beklerken, Rafael şaka yollu, “Hazır mısın? Oaxaca düğünlerinde dans etmek zorundasın!” dedi. Güldük, ama içimde heyecan vardı. Gerson ise, “Oaxaca düğünleri ne kadar renkli göreceksin! Tabii ki içmeden olmaz,” dedi. Bu gece, unutulmaz bir anı olacaktı. Belki de ben, yepyeni dans figürleri de öğrenecektim. Ve tabii ki, bu anları fotoğraflayacaktım.
Meksika Düğünü ve Misafirperverlik
Araba ile kısa bir yolculuktan sonra, şehirden biraz uzakta, bir kasabaya ulaştık. Düğün alanı, rengarenk ışıklarla süslenmişti. Büyük bir avluda masalar, sandalyeler sıralanmış, insanlar dans ediyor, yemekler servis ediliyordu. Mariachi grubu sahnede, canlı bir müzik ziyafeti sunuyordu. Burası sanki bir karnaval gibiydi! Bu enerji beni adeta büyüledi. Gerson beni ailesiyle tanıştırdı. Herkes o kadar sıcak ve misafirperverdi ki, kendimi hemen evimde gibi hissettim. Meksika insanlarının samimiyeti, yüreğime dokundu. Bu insanlar ne kadar da içtenler, sanki uzun zamandır tanışıyorduk gibi… O an, misafirperverliğin ne kadar özel bir şey olduğunu derinden hissettim. Fotoğraf makinamı elime aldım, bu anları yakalamaya başladım. İnsanların gülüşleri, dans eden figürler ve renkler, hepsi birer hikaye anlatıyordu.
Damat, yani Gerson’un abisi, Gerson’a çok benziyordu. Meğer makyaj sayesinde daha genç gösteriyormuş diye hep birlikte güldük. Masada otururken, önüme yerel yemeklerden oluşan bir ziyafet geldi: mole soslu tavuk, tamales, taze tortillalar… Yemeklerin ardından dans başladı. Rafael beni dansa katılmam için zorladı ve birkaç dakika içinde Mariachi müziğinin ritmi beni de sardı. İnsanlar, el ele tutuşmuş, neşe içinde dans ediyordu. Kendimi bu coşkuya bırakmalıydım. Belki de ben, bu gece, sadece bir misafir değil, aynı zamanda bir dansçı olmalıydım. O an, kameramı bir kenara bıraktım, içimdeki dansçıya izin verdim.
Düğün Coşkusu ve Yeni Bağlar
Düğün, gece ilerledikçe daha da coşkulu bir hal aldı. Gerson, bir ara yanıma gelerek, “Oğlum olsa burada seninle tanışmayı çok isterdi. Belki bir gün, bu anıları ona anlatırım,” dedi. Bu sözler beni derinden etkiledi. Oaxaca’daki insanların ne kadar derin ve samimi bağlar kurduğunu bir kez daha anlamıştım. Sanki, Gerson bana oğlunu emanet ediyordu. Bu babanın yüreği ne kadar da dolu! Gece boyunca dans ettik, kahkahalar attık ve Oaxacalıların bu eşsiz kutlama ruhunu içimize çektik. Düğünden ayrılırken, Rafael ve Gerson’la paylaştığım bu anıların asla unutulmayacağını biliyordum. O an, bu insanların samimiyetini ve sevgisini kalbime kazıdım. Bu gece, hayata yeniden umutla bakıyordum. Belki de tüm bu anları, fotoğraf kareleriyle ölümsüzleştirmeliydim. İnsanlarla kurulan bağların ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha fark ettim.
Duygusal Bir Serenat ve İletişim
Düğün sırasında, müzik aniden kesildi. Sessizlik çöktü. Bütün gözler damada çevrildi. Damat, eline bir mikrofon alarak, eşine duygusal bir serenat yaptı. O an, sanki dünya durmuştu. Gözlerindeki o sevgi dolu bakışlar, o ana damgasını vurmuştu. Etrafımdaki insanların gözlerinde de aynı duyguyu görmüştüm. O an, sevginin ve birliğin ne kadar değerli olduğunu derinden hissettim. Ve o anı, kendi çektiğim bir fotoğrafla sonsuza dek yaşatmak istedim. O fotoğrafta, sadece bir düğün değil, aynı zamanda sonsuz bir aşk hikayesi anlatılıyordu. O an, hem bir fotoğrafçı, hem de bir tanık olarak duygularım kabarmıştı.
Huzurlu Pansiyon ve Yeni Dostluklar
Rafael beni eve bıraktı. Avludan gelen kahkahalar ve hafif bir müzik sesi beni kendine çekti. Bahçeye doğru yürüdüm. Işıklarla süslenmiş, sıcak bir atmosfere adım attım. Burası sanki bambaşka bir cennetti. Masada bir grup insan oturmuş, keyifli bir şekilde sohbet ediyorlardı. Rafael, “Hadi gel, buradaki insanlarla tanışmalısın,” diyerek beni onlara doğru yönlendirdi. Kapıdan çıkarken, “Bir şeye ihtiyacın olursa hemen ara, tamam mı?” dedi, içten bir gülümsemeyle uzaklaştı. Ne kadar da dostane bir ev sahibi! Belki de bu ev, bana sadece bir konaklama yeri değil, yeni bir aile de sunuyordu. Belki bu gece, yeni dostlukların başlangıcıydı.
Bahçedeki Sohbet ve Dünyanın Farklı Renkleri
Bahçedeki gruba yaklaştım ve kendimi tanıttım. İlk dikkatimi çeken, masanın köşesinde, kucağında küçük bir çocukla oturan çift oldu. Çocuk, meraklı gözlerle etrafı inceliyordu. Anne olan genç kadın, gülümseyerek elini uzattı, “Merhaba, ben Ainur, eşim Adil ve bu da oğlumuz Amir,” dedi. Ne kadar tatlı bir aile! Kazakistan’dan gelmişler ve birkaç haftadır Oaxaca’yı keşfediyorlardı. “Amir bu seyahatte dünyanın yarısını gördü, ama en çok dondurmayı seviyor,” dedi Adil gülerek. Küçük Amir, hemen ardından bir kaşık hayaliyle gülümsedi. Bu çocuk ne kadar da şirin! Yanlarında bir kadın vardı, o da benim yaşımlarda, sarı saçlı ve enerjik bir kadın olan Nina’ydı. Ukraynalıymış ve birkaç yıldır dünyayı geziyormuş. “Freelancer olarak çalışıyorum, bu yüzden laptopum yanımda olduğu sürece dünyanın her yeri benim ofisim olabilir,” dedi gülümseyerek. Ne kadar özgür bir ruh! Nina, bir yandan çalışırken, bir yandan da gezmenin ne kadar özgürleştirici olduğunu anlatıyordu. “Oaxaca’da iki haftadır buradayım ve buradaki insanlar inanılmaz. Şehrin enerjisi, yemekler, müzik, her şey mükemmel,” dedi. Belki bir gün ben de böyle özgür bir hayat yaşayabilirdim. O an, fotoğraf makinamla bu yeni arkadaşları kaydetmeye başladım
Farklı Hayatların Ortak Paydası
Sohbet ilerledikçe, herkes kendi hikayesini ve Oaxaca’da neler yaptığını paylaştı. Adil ve Ainur, çocukla seyahat etmenin zorluklarını, ama aynı zamanda getirdiği güzellikleri anlatıyordu. “Amir burada, renkli pazarlarda koşmayı çok seviyor. Çoğu zaman o bizi gezdiriyor,” dediler. Nina ise, o gün Oaxaca’nın yerel sanatçılarıyla tanıştığı bir galeriden bahsetti. “Bütün gün onları izledim. Ellerindeki her iş, sanki bir hikâye anlatıyor,” dedi. Sanki Ulfajihu’nun da dediği gibi, herkesin bir hikâyesi vardı. Birlikte biralarımızı yudumlarken, bahçedeki o sıcak atmosfer daha da samimi bir hal aldı. Nina, seyahat anılarından birinde, çöl kampında develerle geçirdiği bir geceyi anlatırken, küçük Amir, herkesin ilgisini kendi üzerine çekmeyi başardı. Masanın altına saklanmış, oradan kimse fark etmeden herkesi izliyordu. Adil onu fark edip kucağına aldığında, “Bu küçük gezgin, her zaman kendi başına bir macera arıyor,” dedi. O kadar tatlı ki, o da benim gibi bir maceraperest olacak gibiydi. Gece boyunca hepimiz, farklı geçmişlerden gelen, ama aynı çatı altında bir araya gelmiş bir grup yabancı gibi değil, sanki eski dostlar gibi sohbet ettik. Oaxaca’nın gece havası, müzik ve kahkahalarla birleşerek bahçeyi sarıyordu. Bu an ne kadar da güzeldi. Belki de bu anı fotoğraflayabilirdim, ama o zaman bu büyülü anı kaçırırdım. O an, kameramı bir kenara bırakıp, anın tadını çıkardım.
Nina ve Pavlo’nun Aşkı
O an, Nina’nın gözlerinde Pavlo’ya duyduğu aşkı görmüştüm. Daha sonra Pavlo geldiğinde, Nina’nın gözleri parıldıyordu. Birlikte otururken, bir el ele tutuşmaları, bir bakışmaları, sanki tüm dünya o an durmuş gibiydi. Nina, gözleri dolarak “O benim hayattaki en büyük şansım.” dedi. Pavlo, yorgun, ama mutlu bir şekilde gülümsedi. O an, onların birbirlerine duyduğu o güçlü sevgiye tanık olmuştum. Belki de ben, bu aşkın fotoğrafını çekerek, tüm dünyaya umut aşılayabilirdim.
Kazak Ailenin Sıcaklığı
Adil ve Ainur, Amir’e olan düşkünlükleriyle, bir aile olmanın tüm sıcaklığını ve gücünü gösteriyordu. Amir, bazen yaramazlık yapsa da, onlar hiçbir zaman sabırlarını yitirmiyorlardı. Birbirlerine destek oluyor, birlikte gülüyor, birlikte eğleniyorlardı. O an, bir aile olmanın önemini bir kez daha derinden hissetmiştim. Ve ben, bu sıcak ve sevgi dolu aile tablosunu sonsuza dek yaşatmak istiyordum. Belki de bir fotoğraf karesiyle, o anın hissini başkalarına aktarabilirdim.
Bahçenin Büyüsü
Bahçedeki ışıklar, sıcak ve loş bir ambiyans oluşturuyordu. Rüzgarın hafif esintisi, bira şişelerinin hafif çınlaması ve kahkahaların sesi, geceye farklı bir ahenk katıyordu. Yerdeki çiçeklerin o güzel kokusu, sanki bahçeyi bir parfüm bahçesine çevirmişti. Bu bahçe, adeta tüm dünyayı bir araya getirmişti. Ve belki de ben, bu gecenin hikâyesini fotoğraflarla değil, kalbime kazıyarak anlatmalıydım.
Gece ilerlediğinde, herkes yavaş yavaş odalarına çekildi. Ben de odamın camından Oaxaca’nın geceye karışan ışıklarını izlerken, bu evde tanıştığım insanların hikayelerinin bir parçası olmanın ne kadar değerli olduğunu düşündüm. Kazakistanlı bir çift, Ukraynalı bir gezgin ve onların küçük çocuklarıyla geçirdiğim bu gece, Oaxaca’daki zamanımın unutulmaz bir parçasıydı. Yarının neler getireceğini merak ederek, uykuya daldım. Belki yarın da yeni dostluklar kurardım. Belki de bu şehirde, beni daha güzel sürprizler bekliyordu. Belki de bu yepyeni hikayeler fotoğraflarımla anlam kazanacaktı.
Nina’nın Müjdesi ve Kahvaltı Daveti: Yeni Bir Başlangıç
Ertesi sabah, bahçede güneş ışıkları hafifçe dans ederken, kapımın çalınması ve Nina’nın heyecanlı sesiyle uyandım. Bu da neyin nesi? “Erkek arkadaşım Pavlo geldi!” dedi. Onu dün akşam hiç görmemiştim, ama Nina’nın yüzündeki mutluluk her şeyi anlatıyordu. Pavlo’nun birkaç hafta önce annesinin vefatı sebebiyle Ukrayna’ya döndüğünü ve oradaki savaşın zorluklarıyla mücadele ettiğini öğrendim. Şimdi yeniden bir araya gelmişlerdi ve bu sabah, beni kahvaltıya davet ediyorlardı. Bu ne kadar da güzel bir haber! Sanki hayat, bana yeni bir umut veriyordu. Belki de hayatımın hikayesi, bu sabah yeniden yazılmaya başlanıyordu. Ve ben, bu güzel başlangıcı en kısa sürede fotoğraflayacaktım. O an, kameramı yanıma alıp, yeni güne hazırlandım. Belki de bu sabah, aşkın ve yeniden buluşmanın fotoğrafını çekecektim.
Ortak Kahvaltı ve Yeni Bir Dostluk
Hep birlikte Jalatlaco’daki küçük ama popüler bir kahvaltı mekanına gittik. Burası, rengarenk masaları ve yerel yemek kokularıyla Oaxaca’nın tipik bir köşesiydi. Buraya bayıldım! Burası adeta bir lezzet şöleniydi. Pavlo, ilk tanıştığımda oldukça kibar ve samimi biriydi. Onunla Nina arasındaki o sevgi bağı hemen hissediliyordu. Masaya oturduğumuzda, yerel kahvaltının olmazsa olmazı olan huevos rancheros, taze tortilla ve Oaxaca’nın ünlü kahvesinden söyledik. Ne kadar güzel bir kahvaltıydı! Kahvaltı sırasında Pavlo, Ukrayna’da yaşadığı zorluklardan bahsederken, bu yolculuğun onun için bir yenilenme fırsatı olduğunu da anlattı. Nina, onu sessizce dinlerken, elini tutuyordu. Ne kadar da özel bir bağ! Umarım hayat, onlara daha da güzel günler getirirdi. Belki de ben, bu dostluk bağlarını en güzel şekilde fotoğraflayabilirim. Ve ben, bu anın fotoğrafını çekerek, bu umudu tüm dünyaya yayabilirdim.
Monte Albán: Tarihin Büyülü İzleri
Kahvaltıdan sonra Monte Albán’a gitmeye karar verdik. Rafael daha önceden bize bir şoför ayarlamıştı. Bir taksi ile Oaxaca’nın yukarısında, geniş bir düzlüğe ulaştık. Monte Albán harabelerine yaklaştıkça, bir zamanlar Zapotek uygarlığının kalbinin burada attığını hissetmek mümkündü. Geniş bir plato üzerine kurulu, görkemli piramitler ve taş yapılar bizi karşıladı. Pavlo, tarihi eserlere ilgi duyduğundan buranın hikayesini oldukça iyi biliyordu. “Monte Albán, M.Ö. 500 civarında Zapotekler tarafından kuruldu,” dedi Pavlo. Burası sadece bir şehir değil, aynı zamanda dini törenlerin ve astronomik gözlemlerin yapıldığı bir merkezdi. Bu yükseklikten Zapotekler, tüm vadiyi kontrol edebiliyorlardı. Bu sözler, gördüğümüz yerlerin anlamını daha derinleştirdi. Çevremizde yükselen piramitler ve taş platformlar, sanki geçmişin gölgeleri gibiydi. O an, geçmişle gelecek arasındaki o bağın ne kadar güçlü olduğunu derinden hissettim. Burası sanki bir zaman makinesi gibiydi ve beni geçmişe götürüyordu.
Monte Albán: Zapoteklerin Hikayeleri ve Sırları
Monte Albán, bir zamanlar Zapotek uygarlığının merkezi olmuş, adeta bir açık hava müzesiydi. Yüzlerce yıl önce, Zapotekler bu tepede, muhteşem bir şehir inşa etmişlerdi. Piramitler, tapınaklar, stadyumlar… Hepsi, Zapoteklerin astronomi, mimari ve sanat alanlarındaki büyük yeteneklerinin birer kanıtıydı. Şehrin merkezindeki Büyük Plaza, bir zamanlar dini törenlere, festivallere ve önemli olaylara sahne oluyordu. Çevredeki taş oymaları ve yazıtlar, Zapoteklerin yaşam tarzları, inançları ve tarihlerine dair ipuçları sunuyordu. Monte Albán, sadece bir harabe değil, aynı zamanda bir zamanlar burada yaşamış bir medeniyetin de hikayesini anlatıyordu. Her taşta, her oymada, derin bir hikaye saklıydı.
Tarihin Yankısı ve İçsel Bir Yolculuk
Pavlo, merkezdeki büyük plaza boyunca yürürken, “Şu yapı, bir gözlemevi olabilir,” dedi. Gökyüzüne doğru baktım. Burası, bir zamanlar yıldızları izlemek için kullanılmıştı. O an, buranın bir zamanlar yıldızları izlemek için kullanılan bir yer olduğunu hayal etmeye çalıştım. Nina, çevredeki taş oymalara baktı ve “Bu işçilik inanılmaz. O kadar detaylı ki, her bir taş sanki bir hikâye anlatıyor,” dedi. Birlikte yürürken, bölgeye hakim olan sessizliği ve rüzgarın taşıdığı eski çağların yankısını hissettik. Bir noktada, Monte Albán’ın kenarına oturduk ve vadinin muhteşem manzarasını izledik. Uçsuz bucaksız bir yeşillik, küçük köyler ve dağların arasından süzülen ince yollar… Zapotekler buraya baktığında ne düşünüyorlardı? Belki de onların baktığı manzara, bizim gördüğümüzden çok daha fazlasını ifade ediyordu. Ruhani bir bağ, belki de evrene dair bir anlayış… O an, kendi içsel yolculuğuma da çıktım. İçimde belirsiz bir his vardı. Geçmişi ve geleceği aynı anda hissediyor gibiydim. Belki bu hissi, ben bir fotoğraf karesiyle anlatabilirdim.
Dostluk, İyileşme ve Umut
Dönüş yolunda Nina, “Bu yolculuk benim için bir terapi gibi oldu,” dedi ve Pavlo’ya dönerek ekledi, “Ama asıl iyileşmeyi seninle yeniden burada buldum.” Onların arasındaki bu bağa şahit olmak, Monte Albán’ın mistik havasında bile insan ilişkilerinin ne kadar güçlü bir enerjiye sahip olduğunu hissettirdi. O an, kendi kendime, “İyileşmek, yeniden doğmak, her şeye rağmen umutlu olmak…” diye düşündüm. Monte Albán, sadece taşlardan ibaret bir harabe değildi. Aynı zamanda, geçmişin, şimdinin ve insanların hikayelerini birleştiren bir yerdi. Oaxaca’da her geçen gün, yeni bir hikâye ile daha da derinleşiyordum. Pavlo’nun tarihi bilgisi, Nina’nın enerjisi ve bu muhteşem manzara, günümü benzersiz bir deneyim haline getirmişti. Belki de ben, bu hikayelerin tamamını fotoğraflamalıydım. O an, fotoğraf makinamı elime alıp, tekrar etrafı gözlemlemeye başladım.
Pavlo, Adil ve Festival Coşkusu
Eve döndük, duş aldık. Bahçede çiçekleri sulayan Pavlo’ya Kazak çifti anlattım, tanıştırdım. Amir etrafta koşuştururken, Pavlo hemen onlarla kaynaştı. Pavlo’nun doğal samimiyeti ve güler yüzü, Nina’nın enerjisiyle birleşince, Aynur ve Adil zaten çok tatlı insanlardı ve bahçede sıcak bir atmosfer oluştu. O sırada Adil, “Şehirde bir meydan etkinliği varmış, hem müzik hem de sokak lezzetleri. Oraya gitsek nasıl olur?” diye sordu. Hepimiz bu fikri hemen onayladık. Amir ise duyduğu heyecanla, “Dans edeceğim!” diye sevinçle zıpladı. İçimde yine o keşfetme arzusu kabarmaya başlamıştı. Belki de bu festivalde, yepyeni fotoğraflar yakalayacaktım.
Hep birlikte yürüyerek Oaxaca’nın meşhur meydanı olan Zócalo’ya doğru yola koyulduk. Meydan, gecenin erken saatlerinde bile ışıl ışıldı ve sokaklardan yükselen canlı müzik sesleri giderek daha da netleşiyordu. Renkli kıyafetler giymiş dansçılar, meydanın merkezinde gösteriler yapıyordu. Mariachi grubu, gitarları ve trompetleriyle klasik Meksika melodileri çalıyordu. Kalabalığın enerjisi hepimizi sardı. O an, kendimi bu kalabalığın ve bu coşkunun bir parçası olarak hissettim. Kameramı hazırladım, bu anları kaydetmek için sabırsızlanıyordum.
Lezzetler, Sohbetler ve Dostluklar
Yavaşça meydanın kenarındaki sokak tezgahlarına yöneldik. Adil, “Tamales mi bu? Daha önce hiç denemedim,” derken Nina, “Kesinlikle denemelisin, Oaxaca’nın yemekleri başka hiçbir yerde bulamayacağın kadar eşsiz,” dedi. Pavlo, sıradan bir turist gibi değil, neredeyse yerel biri gibi meydanı ve yemekleri anlatıyordu. Her birimize sıcacık tamales aldı. İçindeki etli ve mısırlı dolguyla tamales, sadece lezzetli değil, aynı zamanda bu bölgenin kültürüne açılan bir pencere gibiydi. O an, yediğim her lokmada o bölgenin tarihini ve kültürünü hissetim. Ve belki de, bu kültürü fotoğraflarım ile başkalarına da yansıtabilirdim.
Amir ise tamalesini hızlıca bitirdikten sonra, meydanın merkezinde dans eden çocukları fark etti. “Ben de oynayabilir miyim?” diye sordu. Ainur gülümseyerek, “Tabii ki! Git ve eğlen,” dedi. Küçük Amir, diğer çocukların arasına karıştı ve neşeyle dans etmeye başladı. Onun mutlu çığlıkları, Mariachi grubunun müziğine karışıyordu. Onun o özgür ruhu, tüm kalbimi ısıtmıştı. Belki de bir çocuk gibi dans etmeliydim, belki de dansın özgürleştirici ruhuna teslim olmalıydım.
Biz yetişkinler ise tezgahların arasında dolaşıp bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da farklı yemekleri deniyorduk. Pavlo, “Bunlar chapulines, kızarmış çekirgeler,” dediğinde hepimiz şaşırdık. Nina, “Ben daha önce denedim, inanılmaz çıtır ve lezzetli,” diyerek cesurca bir avuç aldı. Adil ve ben ilk başta çekimser davransak da, sonunda denemekten geri durmadık. Gerçekten şaşırtıcı derecede lezzetliydi! Yeni tatlara ve deneyimlere açık olmak, ne kadar önemliydi. Belki de bu anı, yediğim o farklı yiyecekleri fotoğraflayarak ölümsüzleştirebilirdim. O an, kameramı tekrar elime aldım.
Müzik, Mezcal ve Derin Sohbetler
Müzik hızlandıkça, meydandaki dans eden kalabalık daha da büyüdü. Amir’in enerjisi tükenmek bilmezken, biz de meydanın kenarındaki bir masaya oturup Oaxaca’nın meşhur içeceği mezcalden birer yudum aldık. Pavlo, mezcal hakkında bildiklerini paylaştı. “Buradaki her şey doğadan geliyor. Meksika’nın her yudumunda bir hikayesi var,” dedi. Sohbetimiz geçmişlerimizden, seyahat anılarımıza kadar uzandı. Adil ve Ainur, Kazakistan’daki o geniş bozkırları anlatırken, Pavlo Ukrayna’daki savaşın ardından hayatta kalmanın ne kadar büyük bir mucize olduğunu paylaştı. Nina, “Her şeye rağmen buradayız, birbirimize tutunuyoruz ve bu dünyayı birlikte keşfediyoruz,” dedi. O an, farklı hikayelerimizin nasıl bir araya geldiğine şahit oldum. Ve belki de, bu bağın fotoğrafını çekerek, birbirimize ne kadar yakın olduğumuzu gösterebilirdim.
Pavlo’nun İçsel Mücadelesi
Pavlo, Ukrayna’daki o zorlu günleri anlatırken, sesindeki hüzün, tüm kalbimize dokunmuştu. Savaşı, yıkımı ve kaybettiklerini anlatırken, içten içe ağladığını hissediyordum. Savaşın acı yüzünü o an, daha derinden kavramıştım. Ama o, tüm bunların üstesinden gelmişti. O kadar güçlü duruyordu ki, herkesin gözlerinde ona karşı bir hayranlık vardı. Belki de, onun içindeki acıyı ve gücü, bir fotoğraf karesinde birleştirebilirdim.
Gece ilerlerken, Mariachi grubu yavaş bir melodi çalmaya başladı. Meydandaki kalabalık azalmaya başlamıştı ama bizim sohbetimiz bitmek bilmiyordu. Hepimiz, meydanın ışıkları altında, farklı yerlerden gelen hikayelerimizi, Oaxaca’nın sıcaklığı ve renkleriyle harmanladık. O an, tüm dünyanın bir araya geldiği, yepyeni bir evrende yaşıyor gibiydik. Ve belki de bu farklılıkların ahengini, fotoğraflarım ile yakalayabilirdim.
Amir sonunda uykusuzluğa yenik düştü ve Ainur’un kucağında uyuyakaldı. Hepimiz gülerek eve dönmek üzere yola koyulduk. O an, farklı ülkelerden gelen insanların bir araya gelip dostluk kurmasının ne kadar özel bir şey olduğunu düşündüm. Oaxaca’nın büyüsü, sadece renkleri ve yemeklerinde değil, insanları bir araya getiren o sıcak enerjisinde yatıyordu. Bu gece, uzun süre unutamayacağım bir anıya dönüşmüştü. Ve belki de tüm o anları, kendi fotoğraflarım ile ölümsüzleştirmeliydim… Kameramı elime aldım, yeni hikayeler için sabırsızlanıyordum.
Hafıza Kartı Heyecanı ve Özgürlük
Yeni aldığım hafıza kartlarının heyecanı içimde tarifsiz bir duygu yaratıyordu. Artık, hiçbir anı kaçırmayacaktım. Bu yolculukta gördüğüm her bir kare, artık benimle birlikte yaşayacaktı. O kartlar, bana sanki yeniden doğmuş gibi bir özgürlük hissi vermişti. Ve bu özgürlüğü, her an fotoğraf çekerek kutlayacaktım.
Meksika maceram devam edecek…

İçeriklerden Haberdar Olun!
Yeni eklenen içeriklerin mail adresinize gelmesini ister misiniz?