İzlanda: Kuzey Işıklarına Uzanan Bir Yolculuk

Published On: Eylül 30, 202267,1 min readBy Categories: Gezi - Seyehat

İzlanda Fikrinin Doğuşu

Mola Verme İhtiyacı: Akdeniz’den Kuzeye Uzanan Hayal

Antalya’nın ılık, mis kokulu havasında, hastane koridorlarının steril(?) atmosferinde geçirdiğim yoğun günlerin ardından, bir değişim arayışına girdim. Akdeniz’in altın sarısı sahillerinde nöbetlerimi tamamlayıp, hayatımın güzel anılarını biriktirmeye devam ederken, zihnimin ve bedenimin bir molaya ihtiyacı olduğunu hissettim. İçimde bir ses, “Biraz uzaklaşmak, farklı bir nefes almak gerek,” diyordu. Bu içsel fısıltı, zamanla daha belirgin hale geldi: İzlanda’ya bir yolculuk…

İzlanda’nın büyülü manzaraları, el değmemiş doğası ve kuzey ışıkları, hayal dünyamı süslüyordu. Bu hayali gerçeğe dönüştürme kararlılığım, beni bilgisayarımın başına oturttu ve ilk somut adımı attım: Bir yıllık izin dilekçesi hazırlamak.


Resmi Süreçler: Dilekçeden Onaya

15 Ocak 2022’de, Antalya Memorial Hastanesi Başhekimliği’ne yıllık izin talebimi içeren dilekçemi sundum. Dilekçemde açıkça belirttim: “Bu izin talebimin amacı, hem profesyonel gelişimime katkıda bulunmak hem de kişisel olarak yenilenmek ve dinlenmektir. Uzun süredir yoğun bir tempoda çalışmaktayım ve 15-25 Eylül 2022 tarihleri arasında, İzlanda’da doğayla iç içe geçireceğim bir yolculuk planlamaktayım.”

Dilekçemde, bu yolculuğun sadece bir tatil olmadığını, aynı zamanda mesleki vizyonuma da katkı sağlayacağını vurguladım. Doğanın içinde geçireceğim zaman, zihinsel olarak dinlenmeme ve mesleğime daha enerjik dönmeme olanak tanıyacaktı.

Dilekçenin ardından, hastane yönetimi izin talebimi değerlendirmeye aldı. İki haftalık bir bekleyişin ardından, Şubat başında olumlu yanıt geldi. Bu süre, İzlanda gezimi 8 ay önceden planlamama imkan tanıyordu – erken rezervasyonlar ve hazırlıklar için ideal bir zaman dilimi.


Ekip Dayanışması: Nöbet Planlaması

İzin talebim onaylandıktan sonra, sıradaki kritik adım nöbet planlamasıydı. Bu, hem hastalarımın sağlığı hem de hastanenin işleyişinin aksamaması için büyük önem taşıyordu.

Acil servisteki çalışma arkadaşlarımla bir araya gelerek durumu paylaştım ve İzlanda planlarımı anlattım. Ekip arkadaşlarım planımı destekleyici yaklaştı. Birlikte, benim yokluğumda kimin, hangi nöbetleri devralacağına dair detaylı bir planlama yaptık.

“Ben yokken biraz yoğun çalışacaksınız, ama döndüğümde ben de sizleri dinlendireceğim,” dedim samimiyetle. Bu karşılıklı anlayış, ekip ruhunun en güzel örneğiydi.

Herkesin programını dikkate alarak, en uygun nöbet dağılımını sağladık. Hastaların tedavilerinin kesintisiz devam etmesi için her türlü önlemi aldık. Bu düzenleme sayesinde, İzlanda’ya giderken arkamda hiçbir endişe bırakmadan yolculuğuma odaklanabilecektim.


Seyahat Evraklarının Hazırlanması

İzlanda’ya seyahat etmek için gerekli evrakları toplamak, bir sonraki önemli adımdı. İzin dilekçemin onaylı bir kopyasını, vekâletname belgelerini, nüfus cüzdanımın fotokopisini ve hasta hizmetleri biriminden aldığım diğer gerekli evrakları tek bir dosyada düzenledim.

Pasaportumun geçerlilik süresini kontrol ettim, Schengen vize işlemlerini tamamladım ve seyahat sağlık sigortamı yaptırdım. Mart ayının sonunda tüm resmi işlemler tamamlanmış ve seyahat belgelerim hazırdı. Tüm bu evrakları düzenli bir şekilde dosyaladım ve yolculuk öncesi kolayca erişebileceğim bir çantada muhafaza ettim.

Evrak hazırlığı tamamlandığında içimde bir rahatlama hissettim. “Artık bu adımları da tamamladım,” diye düşündüm, planlarım somutlaşıyordu.


İstanbul’a Geçiş ve Son Hazırlıklar

Boğaz’da Mola: Geçiş Dönemi

Eylül başında Antalya’daki görevimi geçici olarak tamamladıktan sonra, İzlanda yolculuğum öncesinde İstanbul’a geçmeye karar verdim. Bu, hem zihinsel bir geçiş süreci hem de son hazırlıkları tamamlamak için ideal bir fırsattı.

İstanbul’a vardığımda, Boğaz’ın eşsiz manzarasına sahip, “Kıyıda Köşede Konak” adını verdiğim minimal bir butik otelde konaklamayı tercih ettim. Beykoz’un şirin bir köşesinde yer alan bu otel, İstanbul’un kalabalığından uzak, huzurlu bir atmosfer sunuyordu.

Odamın balkonundan, Boğaz’ın büyüleyici manzarası gözlerimin önüne seriliyordu. Güneş, Marmara Denizi’nin üzerinde dans ederken, vapurların sesi ve martıların çığlıkları, İstanbul’un büyüsünü hatırlatıyordu. Ciğerlerime dolan temiz hava, üzerimdeki yorgunluğu bir nebze olsun hafifletti.

Bu küçük mola, İzlanda’ya yapacağım büyük yolculuk öncesinde son hazırlıklarımı yapmak ve enerji toplamak için mükemmel bir fırsattı. Burada, İzlanda’da geçireceğim günlere mental olarak hazırlanacaktım.


Finansal Planlama: Bütçe Çerçevesi

Otel odamda, İzlanda maceramın finansal detaylarını incelemeye koyuldum. İzlanda’nın yaşam pahalılığının yüksek olduğunu biliyordum. Bu yüzden, seyahatimi planlarken hem konforumdan ödün vermemek hem de bütçemi aşmamak için detaylı bir çalışma yapmam gerekiyordu.

İlk olarak, uçak biletlerimi gözden geçirdim. İstanbul-Reykjavik (Keflavik) gidiş-dönüş uçuşları için, aylar öncesinden biletleri ayırtarak, 260 Euro gibi makul bir fiyata ulaşmıştım. Erken rezervasyonun faydalarını görmek beni memnun etmişti.

Konaklama için İzlanda’nın farklı bölgelerinde kalacağımdan Airbnb’yi tercih ettim. 10 günlük seyahatim boyunca, Reykjavik’te 4 gece için ortalama 100-150 Euro/gece olacak şekilde, toplamda 400-600 Euro civarında bir bütçe belirledim. Diğer bölgelerde ise misafirhaneler, pansiyonlar veya daireler arasından seçim yaparak, 6 gece için 70-120 Euro/gece olacak şekilde, toplamda 420-720 Euro’luk bir bütçe ayırdım.

Ulaşım konusunda, İzlanda’da bağımsız seyahat etmek ve dilediğim yerleri özgürce keşfetmek için 4×4 bir araç kiralamayı planladım. Bu, yaklaşık 10 gün için 1000-1500 Euro’luk bir maliyete karşılık gelecekti. Yakıt masrafını da hesaba kattığımda, ulaşım giderim 2000 Euro’yu bulabilirdi.

Gıda, aktiviteler, giriş ücretleri ve diğer masrafları da detaylı şekilde planladım. Kahvaltı ve öğle yemekleri için marketten alışveriş yaparken, akşam yemeklerinde yerel restoranları deneyimlemeyi hedefledim. Kuzey Işıkları turu, buz mağarası ziyareti gibi özel aktiviteler için de bütçe ayırdım.

Sonuç olarak, 10 günlük İzlanda seyahatim için toplam tahmini bütçem, 4500 Euro ile 6000 Euro arasında değişecekti. Bu aralık, seyahat tarzıma, konaklama tercihlerime ve aktivitelerime bağlı olarak şekillenecekti.


Rota Planlaması: Görülecek Yerler

Otel odamda, rahat koltuğa oturarak İzlanda gezimle ilgili son hazırlıklarımı gözden geçirdim. İzlanda’nın uçsuz bucaksız coğrafyası ve Kuzey Işıkları’nın büyülü dansı, zihnimde canlanıyordu. Bu yolculukta, sadece turist olarak değil, aynı zamanda bir fotoğrafçı olarak da yer almak istiyordum.

Zaman sınırlamalarımı göz önünde bulundurarak, İzlanda’nın en etkileyici noktalarını içeren bir rota hazırladım:

15 Eylül: İstanbul’dan Keflavik’e varış, Reykjavik’te konaklama 16 Eylül: Golden Circle turu (Þingvellir, Geysir, Gullfoss), Hestheimar’da konaklama 17 Eylül: Güney Sahili (Seljalandsfoss, Skógafoss, Reynisfjara, Dyrhólaey), Hestheimar’da konaklama 18 Eylül: Jökulsárlón Buzul Lagünü ve Diamond Beach, Höfn’de konaklama 19 Eylül: Doğu İzlanda’dan batıya geçiş, Borgarnes üzerinden Snæfellsnes’e varış, kamp kurulumu 20 Eylül: Snæfellsnes Yarımadası keşfi, kamp alanında konaklama 21 Eylül: Batı İzlanda (Hraunfossar, Barnafoss), Reykjavik’e dönüş 22-24 Eylül: Reykjavik ve çevresi, şehirde konaklama 25 Eylül: İstanbul’a dönüş

Bu rota, hem İzlanda’nın doğal güzelliklerini görmemi sağlayacak hem de fotoğraf tutkumu besleyecekti. Birkaç noktada Kuzey Işıkları’nı görme şansım olacaktı ve erken sonbahar mevsiminde, hava koşullarının nispeten ılıman olması da avantajdı.


Dijital İçerik Hazırlıkları

Fotoğraf Ekipmanları

Fotoğrafçılık benim için bir tutku olduğundan, İzlanda’nın eşsiz güzelliklerini ölümsüzleştirmek için özenle seçtiğim ekipmanlarımı hazırladım.

Temel ekipmanım olarak Sony Alpha a7 III aynasız profesyonel fotoğraf makinesini tercih ettim. Hafif ve kompakt yapısı, uzun yürüyüşler sırasında bile taşıma kolaylığı sağlayacaktı. İki ana lens seçtim: Genel çekimler için 24-70mm f/2.8 zoom lens ve geniş açılı manzara çekimleri için 16-35mm f/4 lens. Bu kombinasyon, İzlanda’nın çeşitli manzaralarını yakalamak için ideal bir esneklik sunuyordu.

Değişken hava koşullarını düşünerek üç yedek batarya, şarj cihazı ve iki adet yüksek kapasiteli hafıza kartı (128GB ve 64GB) hazırladım. Uzun pozlama çekimleri için hafif ama dayanıklı bir karbon fiber tripod ve polarize filtre ile ND filtre de çantama eklediğim önemli aksesuarlardı.

İzlanda’nın geniş ve etkileyici manzaralarını farklı bir perspektiften görebilmek için kompakt DJI Air 2S drone’umu da yanıma almaya karar verdim. İki yedek batarya ve şarj ünitesiyle birlikte, İzlanda’nın izin verilen bölgelerinde havadan çekimler yapmak için hazırlıklıydım. Drone kullanımı için gerekli izinleri önceden araştırmış ve başvurularımı tamamlamıştım.

Tüm ekipmanlarımı, İzlanda’nın değişken ve bazen zorlu hava koşullarından korumak için su geçirmez bir fotoğraf çantası içinde düzenledim.

Person Working on Laptop
Teknolojik Altyapı ve Uzaktan Çalışma İmkânları

İzlanda’dayken tamamen kopuk olmak yerine, gerektiğinde işlerimi uzaktan yürütebilmek ve çektiğim fotoğrafları düzenleyebilmek için teknolojik altyapımı da hazırladım.

14 inç MacBook Pro (M1 Pro işlemcili), fotoğraf düzenleme ve arşivleme çalışmalarım için ana bilgisayarım olacaktı. 1TB SSD depolama alanına sahip bu güçlü bilgisayar, Adobe Lightroom ve Photoshop gibi profesyonel yazılımları sorunsuz çalıştırabiliyordu. Fotoğraflarımı yedeklemek için 2TB kapasiteli harici bir SSD disk de hazırladım.

İzlanda’nın uzak köşelerinde bile bağlantıda kalabilmek için, yerel bir SIM kart satın almayı planladım ve konaklama yerlerimin güvenilir Wi-Fi bağlantılarına sahip olduğundan emin oldum. Bu, hem acil iş durumlarında iletişim kurmamı sağlayacak hem de sosyal medyada anılarımı paylaşmama olanak tanıyacaktı.

Bu kompakt ama güçlü teknolojik hazırlık, fotoğraflarımı anında düzenleyip paylaşmama imkan verecek ve İzlanda maceralarımı belgelememe yardımcı olacaktı.


Fiziksel ve Zihinsel Hazırlık

Kondisyon ve Sağlık Önlemleri

İzlanda’nın zorlu doğa koşullarına hazır olmak için, yolculuk öncesinde fiziksel kondisyonumu artırmaya özen gösterdim. İstanbul’daki günlerimde, otelin spor salonunda ve Boğaz kenarında düzenli koşular yaparak dayanıklılığımı artırdım.

Uzun yürüyüşler, volkanik arazilerde trekking ve belki de buzul tırmanışları için kaslarımı güçlendirmek amacıyla ağırlık çalışmaları ve esneme hareketlerine ağırlık verdim. Beslenme düzenime dikkat ederek, bol protein ve karbonhidrat içeren yiyecekler tükettim.

Sağlık kontrolümü yaptırdım ve olası sağlık sorunlarına karşı hazırlıklı olmak adına kişisel ilk yardım çantamı hazırladım. Ağrı kesiciler, ateş düşürücüler, bandajlar, antiseptik mendiller ve reçeteli ilaçlarım bu çantanın içindeydi. İzlanda’nın erken sonbahar döneminde hava sıcaklıkları 5-12°C arasında değişebileceğinden, soğuk algınlığı ve grip ilaçlarını da unutmadım.


Zihinsel Dinginlik ve Farkındalık

Yoğun iş temposu ve şehir hayatının stresi, zihnimde biriken gerginliğin farkındaydım. İzlanda’nın mistik atmosferinden tam anlamıyla faydalanabilmek için zihinsel bir hazırlık sürecine de girdim.

Her sabah, otelin balkonunda, Boğaz manzarası eşliğinde meditasyon yapmaya başladım. Nefes egzersizleri ve farkındalık çalışmaları ile, anın tadını çıkarmayı ve stresle başa çıkmayı amaçladım.

İzlanda’ya dair kitaplar okuyarak, fotoğraf albümlerine göz gezdirerek ve belgeseller izleyerek, gideceğim yerlerin ruhunu önceden hissetmeye çalıştım. Bu zihinsel hazırlık, yolculuğumun her anının daha değerli olmasını sağlayacaktı.


Son Hazırlıklar ve Yola Çıkış

Bagaj ve Ekipman Organizasyonu

İzlanda yolculuğuma bir gün kala, tüm hazırlıklarımı tamamlamış, artık bavulumu hazırlamaya odaklanmıştım. İzlanda’nın değişken hava koşullarına karşı katmanlı giyim sistemimi oluşturdum: Termal içlikler, yün kazaklar, polarlar ve en dışta su geçirmez, rüzgâr geçirmez bir ceket ve pantolon.

Bavulumu düzenlerken, eşyalarımı kategorilere ayırdım. Giysilerimi rulo yaparak, vakumlu poşetler kullanarak daha az yer kaplamalarını sağladım. En çok ihtiyaç duyabileceğim eşyaları (ilaçlar, şarj cihazları, pasaport, cüzdan) kolay ulaşılabilir yerlere yerleştirdim.

Fotoğraf ekipmanlarım için ayrı bir çanta hazırladım, elektronik cihazlarımı koruyucu kılıflarla sardım. MacBook Pro’mu özel bir kılıf içinde el bagajımda taşımayı planladım. DJI Air 2S drone’umu ve aksesuarlarını, taşıma çantasında güvenle paketledim. Tüm hazırlıklarım tamamlandığında, bavulum ve sırt çantam, İzlanda macerasına hazırdı.


Son Kontroller ve Vedalar

Uçuş öncesi son gün, eksik bir şey olmaması için tüm hazırlıklarımı tekrar gözden geçirdim. Pasaportum, uçak biletim, rezervasyonlarım ve seyahat sigortam hepsi tamamdı. Elektrik faturalarımı otomatik ödeme talimatı verdim ve evle ilgili her şeyi düzenledim.

Ailem ve yakın arkadaşlarımla seyahat planlarımı paylaştım, onlara İzlanda’dan haberler vereceğime söz verdim. Vedalaşırken, heyecanım ve beklentilerim doruktaydı.

Otel odasında, son kez Boğaz’ın manzarasını izlerken, içimde bir huzur hissettim. Bu yolculuk, sadece bir gezi değil, aynı zamanda bir keşif olacaktı. İzlanda’nın uçsuz bucaksız coğrafyası, Kuzey Işıkları’nın büyülü dansı ve eşsiz atmosferi beni bekliyordu.

“Hazırım İzlanda,” diye fısıldadım içimden, “beklediğin an geldi.”


İzlanda’ya Varış: Yeni Bir Dünya

Beklenmedik Bir Karşılaşma: Sanata Giden Kapı

15 Eylül öğleden sonra, Keflavik Havalimanı’na indim. Pasaport kontrolünden geçerken, turistlere yardım masasında çalışan bir kadının nazik sesiyle irkildim. “Merhaba, İzlanda’ya hoş geldin! İlk gelişin mi?” diye sordu, gözleri gülerken. O an, yüzündeki tebessüm, İzlanda’ya duyduğum merakı daha da artırdı.

Kısa boylu, kıvırcık saçlı ve enerjik bir kadın olan Elín ile tanıştım. İzlandalıydı ve bir resim stüdyosunda küçük çocuklara sanat eğitimi veriyordu. Aynı zamanda, yarı profesyonel olarak doğa fotoğrafçılığıyla ilgileniyordu. Ben de ona Antalya’dan geldiğimi ve fotoğraf çekmek için İzlanda’yı ziyaret ettiğimi anlattım.

İngilizce konuşuyorduk ve Elín’in akıcı İngilizcesi iletişimi kolaylaştırdı. Havalimanında turistlere yardım eden gönüllü bir rehber olarak çalıştığını, hafta sonları da fotoğrafçılık turları düzenlediğini anlattı. Fotoğraf tutkumu öğrenince, “İzlanda’da sanata ve güzelliğe tutkun insanlarla karşılaşacaksın,” dedi. “İzlanda’nın en iyi fotoğraf noktalarını biliyorum ve hafta sonu boşum. İstersen, birlikte birkaç yer keşfedebiliriz.”

Bu beklenmedik teklif beni şaşırttı ama aynı zamanda heyecanlandırdı. İzlanda’da yerel bir rehberle, üstelik bir fotoğrafçıyla birlikte gezme fırsatı bulmuştum. Elín’in turu için bir ücret ödemeyi teklif ettim, ancak o “Bu bir iş değil, bir tutku paylaşımı,” diyerek reddetti. Onun yerine sadece araç kiralama ve yakıt masraflarını paylaşmayı önerdi.

Birlikte, havalimanından Reykjavik’e giden shuttle otobüsüne bindik. Yol boyunca, İzlanda’nın volkanik kayalarla kaplı, yemyeşil yosunlarla bezenmiş çarpıcı manzaralarını hayranlıkla izledik. Keflavik Havalimanı’ndan Reykjavik’e uzanan yol, adeta başka bir gezegendeki manzaraları andırıyordu. Elín, İzlanda’nın kültürü, sanatı ve yaşam tarzı hakkında bilgiler verirken, ben de onun hayatına ve sanatına dair sorular sordum. Onun canlı anlatımı, İzlanda’ya duyduğum ilgiyi daha da artırıyordu. Elín’in sanata duyduğu tutku, beni etkilemişti. Onun gibi, İzlanda’nın güzelliklerini, hem fotoğraf makinemle hem de kendi iç dünyamla yakalamak istiyordum.


Reykjavik’te Bir Yuva: Şehrin Kalbi

Reykjavik’e vardığımızda, Airbnb’den kiraladığım daireme yerleştim. Şehrin kalbinde, Laugavegur Caddesi’ne yakın, sevimli bir sokakta yer alan daire, İzlanda’nın özgün mimarisini yansıtıyordu. Dışı renkli oluklu metallerle kaplı, İzlanda’nın tipik mimari tarzındaki bina, içeride minimalist İskandinav tasarımıyla bütünleşiyordu. Ahşap zeminler, beyaz duvarlar, modern mobilyalar ve yerel sanatçıların renkli tabloları, odaya sıcaklık katıyordu.

Pencereden dışarı baktığımda, İzlanda’nın canlı renkli evlerini ve dar, taş döşeli sokaklarını gördüm. Reykjavik’in karakteristik renkli çatıları, gri gökyüzü altında adeta bir tablo gibiydi. Sokakta, kalın kazaklar ve su geçirmez montlar giymiş İzlandalılar, rüzgara karşı hafifçe eğilerek yürüyorlardı.

Eşyalarımı yerleştirdikten sonra, Elín’in daveti üzerine, geleneksel İzlanda mutfağını modern yorumlarla sunan “Matur & Drykkur” adlı restorana gitmek üzere hazırlandım. Yemekten önce, Elín’in Reykjavik’in sanatsal bölgesi Grandi’de bulunan resim stüdyosunu ziyaret etmeyi kabul ettim.

Stüdyoya adım attığımda, renklerin ve fırça darbelerinin büyülü dünyasına girdim. Eski bir balıkçı deposundan dönüştürülmüş bu geniş, aydınlık mekân, İzlanda’nın dönüşüm ruhunu yansıtıyordu. Çocukların neşeyle yaptığı resimler, duvarları süslüyor, atölyenin içini aydınlatıyordu. Elín, bu stüdyoda çocuklara sanatın inceliklerini öğretiyor, onlara hayal güçlerini kullanma ve kendilerini ifade etme imkanı sunuyordu.


Yerel Lezzetler ve Sanatsal Bir İşbirliği

Elín ile “Matur & Drykkur” restoranına gittiğimizde, yerel İzlanda yemeklerini denedik. Restoranın rustik ahşap dekorasyonu ve büyük pencereleriyle liman manzarası, yemek deneyimini daha da özelleştiriyordu. Balık çorbası “Plokkfiskur”, koyun eti çorbası “Kjötsúpa” ve İzlanda’nın taze deniz ürünlerinden hazırlanan tabaklar, damaklarımda unutulmaz bir tat bıraktı. Yemek yerken, sohbetimiz derinleşti.

Elín, İzlanda’daki sanatsal hayatından, resim çalışmalarından ve çocuklarla olan deneyimlerinden bahsetti. Aynı zamanda, yıllardır sürdürdüğü doğa fotoğrafçılığı tutkusunu ve İzlanda’nın en güzel fotoğraf noktalarını anlattı. Uzun pozlama, gece fotoğrafçılığı ve İzlanda’nın zorlu hava koşullarında çekim teknikleri konusunda deneyimliydi. Onun tutkusu ve bilgisi, beni etkilemişti. Ben de ona, İzlanda’da fotoğraf çekme planlarımdan, İstanbul’daki yaşamımdan ve acil servisteki hekimlik görevimden bahsettim. O da benim fotoğraf projelerimi merakla dinledi.

Yemek bittikten sonra, Elín’in sözleri beni heyecanlandırdı. “Hafta sonu için planladığım rotayı seninle paylaşmak istiyorum,” dedi. “Yarın Golden Circle’ı ziyaret etmek için bir tur ayarladım. Eğer istersen, benim kiraladığım 4×4 araçla birlikte gidebiliriz. Böylece kendi rotamızı çizebilir ve fotoğraf çekmek için istediğimiz kadar vakit ayırabiliriz.”

“Bu, harika olurdu!” diye cevapladım, içimdeki heyecanla. “Ve belki, İzlanda’nın güzelliklerini sanat ve fotoğraf yoluyla birleştirebiliriz.”

Bu teklif, yeni bir dostluğun, yeni bir iş birliğinin ve yeni bir maceranın habercisiydi. O an, İzlanda’ya sadece bir gezgin olarak değil, aynı zamanda yeni bir sanatçı olarak da adım attığımı hissettim.


Yarının Planları: Golden Circle ve İki Günlük Macera

Gece yavaş yavaş ilerlerken, Elín’le yarınki Golden Circle gezimiz için detaylı planlar yaptık. “Birlikte hem fotoğraf çekecek hem de İzlanda’nın sanatını keşfedeceğiz,” dedi gülümseyerek.

“Golden Circle turu tam bir gün sürer ve içinde birçok durak var,” diye açıkladı Elín. “Ayrıca yarın gece Golden Circle yakınlarındaki bir butik otelde kalacağız. Bu otel, Gullfoss Şelalesi’ne yakın, ahşap yapılı geleneksel bir İzlanda çiftlik evidir. Sahibi arkadaşım Sigríður, otelin yanındaki termal havuzda yıldızlar altında yüzme fırsatı da sunuyor. İkinci gün, Güney Sahili’ne gidecek ve akşama doğru Kuzey Işıkları için en uygun noktalara gideceğiz.”

Sony Alpha a7 III fotoğraf makinem ve DJI Air 2S drone’umu İzlanda’da kullanmak için gerekli izinlerin önceden alınmış olduğunu Elín’e söyledim. İzlanda’nın bazı bölgelerinde drone kullanımının kısıtlı olduğunu hatırlattı ve nerelerde güvenle uçurabileceğimi anlattı. Þingvellir Milli Parkı’nda drone kullanımı için özel izin alınmış belirli alanlar olduğunu ve bunlara dikkat etmemiz gerektiğini belirtti.

Daireme döndüğümde, penceremden Reykjavik’in renkli çatılarını ve uzakta Hallgrímskirkja Kilisesi’nin sivri kulesini izlerken, İzlanda’nın ve Elín’in büyüsüne kapılmıştım. Bu yolculuk, sadece bir gezi değil, aynı zamanda yeni bir başlangıç, yeni bir yaratıcılık alanı ve yeni bir yaşam tarzı olacaktı.

Artık İzlanda’nın hem doğasını hem de insanlarını daha yakından tanımak için sabırsızlanıyordum. “Hazırım İzlanda,” diye fısıldadım içimden, “yarın, macera dolu günler başlıyor.”


İzlanda’da İlk Gün: Golden Circle Yolculuğu

Sabah Uyanış: Reykjavik’in Işığında

16 Eylül sabahı yatağımdan kalkar kalmaz, dairenin penceresine yöneldim ve İzlanda’nın serin, temiz havasını içime çektim. Reykjavik’in sessiz sokaklarına baktığımda, şehir hayatının kargaşasından ne kadar uzakta olduğumu bir kez daha fark ettim. Erken sonbahar güneşi, ufukta hafifçe yükselirken, düşük açılı ışığı şehrin renkli, oluklu metal cepheli binalarında danslar oluşturuyordu.

Saat sabah 7:00 civarıydı ve gökyüzü yeni aydınlanmaya başlamıştı. İzlanda’nın Eylül ortasındaki gün ışığı, yaklaşık 13 saat sürüyordu: Gün 06:30 civarında doğuyor, 19:30 civarında batıyordu. Bu, fotoğraf çekimi için ideal bir zaman dilimiydi.

Sokak başındaki “Brauð & Co.” isimli küçük pastanenin taze pişmiş kanelbullar (tarçınlı çörek) ve nýbakað brauð (taze ekmek) kokusu, beni cezbetmişti. Kendimi dışarı attım ve rüzgar yüzümü okşarken, pastanenin ısıttığı sokağa doğru yürüdüm.

İçeride, İzlandalıların “hygge” dedikleri o sıcak, rahat atmosfer vardı. Duvarlar canlı geometrik desenlerle boyanmış, ahşap tezgahlar ve raflar taptaze ekmekler ve pastalarla doluydu. Bir İzlanda klasiği olan sıcak kakao ve kleina (İzlanda donutu) siparişi verdim. Küçük bir masaya oturdum ve etrafımdaki insanları izledim. İzlandalılar, gri yünlü kazakları (İzlandaca “lopapeysa”) ve sakin tavırlarıyla, sessizce sohbet ediyorlardı.

Bu sakin ve huzurlu atmosfer, güne başlamak için mükemmeldi. “Bu, İzlanda’da geçireceğim her günün başlangıcı,” diye düşündüm, “huzurla ve dinginlikle dolu…”


Elín’le Buluşma ve Yola Çıkış Hazırlığı

Kahvaltımı bitirdikten sonra, hızlıca daireme geri döndüm. İzlanda’nın değişken hava koşullarına karşı hazırlıklı olmak için, katmanlı giyinme stratejisini uyguladım. Önce ince termal içliklerimi, ardından yün kazağımı, üzerine su geçirmez ve rüzgar kesici montumu giydim. İzlanda’nın sert zeminlerinde yürüyüş için dayanıklı, su geçirmez botlarımı ayağıma geçirdim.

Fotoğraf ekipmanlarımı son kez kontrol ettim. Sony Alpha a7 III makinem, 24-70mm ve 16-35mm lenslerim, filtrelerim ve tripodumun yanı sıra, DJI Air 2S drone’umun pillerinin tam olarak şarj olduğundan emin oldum. Drone’umu İzlanda’da kullanmak için önceden gerekli izinleri almış, drone uçuş haritalarını incelemiştim. İzlanda’nın bazı milli parklarında ve koruma altındaki alanlarda drone kullanımının yasaklandığını biliyordum, bu yüzden izin verilen bölgelerde çekim yapmayı planlıyordum.

Tam daireden çıkmak üzereyken telefonum çaldı. Arayan Elín’di. “Günaydın! Hazır mısın? Aşağıda, kiraladığım araçla seni bekliyorum,” dedi neşeyle. “Hemen geliyorum!” diye cevapladım, içimdeki heyecanla.

Daireden çıkıp, Reykjavik’in dar, taş döşeli yokuşlarından inerken, beni bekleyen macerayı düşünüyordum. Elín’in park ettiği yere ulaştığımda, kiraladığı siyah Land Rover Defender’ı gördüm. İzlanda’nın F-yolları olarak bilinen dağlık ve nehir geçişli yollarında kullanmak için ideal bir araçtı bu.

“Günaydın!” dedi Elín, araçtan inerek. Üzerinde kalın, gri bir lopapeysa ve su geçirmez pantolon vardı. “Hava bugün güzel olacak gibi görünüyor, ama İzlanda’da hava durumu her an değişebilir. Golden Circle turumuzu tamamlayıp, akşama doğru Gullfoss yakınındaki otele gideceğiz.”

Golden Circle’ın Büyüsü: Birinci Gün

Elín’le buluştuktan sonra, kiraladığı 4×4 araçla Golden Circle rotasına doğru yola koyulduk. Reykjavik’ten ayrılıp, İzlanda’nın içlerine doğru ilerlerken, manzara giderek daha da etkileyici hale geliyordu. Şehrin düzenli yapıları yerini, geniş ovalara, volkanik tepelere ve parlak yeşil yosunlarla kaplı lav alanlarına bıraktı.


Thingvellir Milli Parkı: Kıtaların Ayrılış Noktası

İlk durağımız, tarihi önemi ve jeolojik güzellikleriyle bilinen Þingvellir (Thingvellir) Milli Parkı oldu. Burası, İzlanda’nın ilk parlamentosunun M.S. 930’da kurulduğu yerdi. Aynı zamanda, Kuzey Amerika ve Avrasya tektonik plakalarının ayrıldığı noktada bulunuyordu.

“Burası, İzlanda’nın kalbi gibi,” diye düşündüm, “tarihin ve doğanın iç içe geçtiği bir yer.”

Parkın geniş vadisinde, bazalt kayalıklarının arasından yürüdük. Her yıl birkaç santimetre genişleyen bu fay hattında, dünyanın oluşumuna tanıklık etmek büyüleyici bir deneyimdi. Berrak mavi suyla dolu Silfra Yarığı, iki kıtanın arasında yer alıyordu.

Elín, bana İzlanda’nın oluşum tarihini ve jeolojik yapısını anlatırken, ben de bu anları Sony Alpha a7 III fotoğraf makinem ve 16-35mm geniş açı lensimle ölümsüzleştirdim. Özel izinli bir alanda DJI Air 2S drone’umu kısa süreliğine havalandırarak, parkın yukarıdan panoramik görünümünü kaydettim. Yukarıdan bakıldığında, fay hattının dramatik çizgisi ve etrafındaki yeşil alanların kontrastı çarpıcı bir manzara oluşturuyordu.


Geysir Jeotermal Alanı: Yeraltındaki Güç

Öğle saatlerinde, Geysir Jeotermal Alanı’na vardık. Burada, toprağın altından yükselen buhar bulutları ve kaynayan çamur havuzları, İzlanda’nın jeotermal enerjisinin canlı göstergesiydi. Hava kükürt kokuyordu ve her yanımızda, toprağın çatlaklarından çıkan buhar sütunları yükseliyordu.

Geysir’in hemen yanında bulunan Strokkur adlı gayzer, düzenli aralıklarla (yaklaşık her 6-10 dakikada bir) 20-30 metre yüksekliğe kaynar su fışkırtıyordu. Turistlerle dolu alanda, herkes bu doğa olayını görmek için sabırsızlanıyordu.

Elín, fotoğraf çekmek için en iyi noktayı gösterdi. “Strokkur patlamadan hemen önce, suyun yüzeyinde mavi bir baloncuk görürsün. O an, deklanşöre basma zamanıdır,” dedi.

Bu anları yakalamak için, 1/1000 saniye enstantane hızında yüksek hızlı çekimler ve kısa videolar çektim. Ayrıca 24-70mm lensimle, Geysir’in fışkırma anını yakından belgeledim. Bu eşsiz doğa olayının gücünü ve dinamizmini vurgulamak için farklı kompozisyonlar denedim.


Gullfoss Şelalesi: Buzul Sularının Dansı

Öğleden sonra geç saatlerde, günün son durağı olan Gullfoss Şelalesi’ne ulaştık. “Altın Şelale” anlamına gelen Gullfoss, İzlanda’nın en etkileyici doğal güzelliklerinden biriydi. Langjökull buzulundan gelen Hvítá Nehri, iki aşamalı bir şelalede, dar bir kanyona dökülüyordu.

Şelaleye yaklaştığımızda, suyun gürültüsü ve havaya yükselen su zerrelerinden oluşan sis bizi karşıladı. Gullfoss’un üzerinde, güneş ışığının kırılmasıyla oluşan gökkuşağı, manzaraya mistik bir hava katıyordu.

Elín ile birlikte, şelalenin farklı noktalarından fotoğraflar çektik. Polarize filtreyi kullanarak suyun üzerindeki parlamayı azalttım ve gökkuşağının renklerini vurguladım. Tripodumu kurarak, düşük enstantane hızlarında (1/15 saniye civarı) çekimler yaparak suyun ipeksi akışını yakaladım. DJI Air 2S drone’umu kullanarak, şelalenin üzerinden yukarıdan görüntüler aldım. Gullfoss’un gücü ve görkemi, kelimelerle ifade edilemezdi.

“Bu an, İzlanda’nın en güzel anlarından biri,” diye düşündüm, “doğanın güzelliği karşısında kendimi kaybettim.”


Butik Otelde Konaklama: Sigríður’un Misafirperverliği

Güneş batarken, Gullfoss Şelalesi’nden ayrılarak, geceyi geçireceğimiz butik otele doğru yol aldık. Geysir bölgesine yakın, “Hestheimar” adlı bu küçük otel, tipik bir İzlanda çiftlik evi tarzında inşa edilmişti. İki katlı, çatısı çimenle kaplı, duvarları bazalt taşıyla örülmüş ahşap bir yapıydı.

Otelin sahibi, orta yaşlı, enerjik bir İzlandalı kadın olan Sigríður, bizi kapıda sıcak bir gülümsemeyle karşıladı. Gümüş rengi saçları örgülü, üzerinde el örgüsü bir lopapeysa vardı.

“Velkomin til Íslands!” (İzlanda’ya hoş geldiniz!) dedi, samimi bir şekilde. “Burası, doğanın kalbinde bir sığınak, umarım beğenirsiniz.”

İçerisi, İskandinav tarzında dekore edilmişti. Ahşap kirişler, beyaz duvarlar, yerel dokumalarla süslenmiş yataklar ve pencerelerden görünen uçsuz bucaksız İzlanda kırları… Odamıza yerleştikten sonra, Sigríður’a Kuzey Işıkları’nı görmek için en uygun yer ve zamanı sorduk.

“Bu gece hava açık olacak gibi görünüyor,” dedi Sigríður, “ama yarın gece için Kuzey Işıkları tahminleri daha güçlü. Otelin arkasındaki tepeden, ışık kirliliği olmadan gökyüzünü izleyebilirsiniz.”

Sonra bize, otelin yanındaki doğal termal havuzu gösterdi. “Yarın, yorucu bir günün ardından, yıldızlar altında bu havuzda rahatlayabilirsiniz,” dedi gülümseyerek.


Akşam Yemeği ve Dinlenme: Yorgun Ama Tatmin Olmuş

Akşam yemeği için, otelin küçük ama sıcak restoranına indik. Ahşap masalar, şömine ve yerel sanatçıların resimleriyle süslenmiş duvarlar, rahat bir ortam oluşturuyordu. Menüde, İzlanda’nın geleneksel lezzetleri göze çarpıyordu. Kuzey Atlantik’in zengin deniz ürünleri, yerel çiftliklerden gelen taze malzemeler ve İzlanda kültürünün yüzyıllardır süregelen tarifleri, akşam yemeğimizin temelini oluşturuyordu.

Garsona danışarak, “hákarl” (geleneksel fermente köpekbalığı eti) denemek yerine daha yumuşak bir başlangıç olan “graflax” (somon marinatı) ile başlamaya karar verdim. İnce dilimlenmiş somon, dereotu sos ve taze ekmek ile servis edildi. Ardından ana yemek olarak “Lambahryggur” (kızarmış kuzu sırtı) ve yanında yerel dağ otları ile zenginleştirilmiş patates garnitürü tercih ettim. Elín ise “Plokkfiskur”u (kremali morina balığı ezmesi) seçti.

Yemeğimizi yerken, günün maceralarını ve çektiğimiz fotoğrafları konuştuk. Elín, Sony Alpha a7 III’ümle yakaladığım Strokkur gayzerinin patlama anına hayran kaldı. “Bu anı yakalamak gerçekten ustalık gerektiriyor. Gayzerin patlamasından önceki o mavi baloncuğu görmek ve tam zamanında deklanşöre basmak – harika bir zamanlama,” dedi gülümseyerek.

Tatlı olarak, geleneksel İzlanda “Skyr” kreması ve üzerinde taze yaban mersini ile sunulan “Skyrkaka” (Skyr keki) paylaştık. Hafif ekşimsi ve kremsi tadı, yoğun yemekten sonra damağımızı tazeledi.

Yemek sonrası, otelin küçük şömine köşesine geçerek, sıcak İzlanda çaylarımızı yudumladık. Şöminenin çıtırtısı ve dışarıdan gelen hafif rüzgar sesi eşliğinde, MacBook Pro’mu çıkarıp, günün en etkileyici karelerini Lightroom’da hızlıca düzenleyerek birbirimize gösterdik. Elín’in doğayı yakalayış biçimindeki sanatsal yaklaşım, bana yeni perspektifler kazandırıyordu.

“Yarın Güney Sahili’ni keşfedeceğiz,” dedi Elín, ertesi günün planlarını açıklarken. “Siyah kumlu plajlar, görkemli şelaleler ve belki, şanslıysak, gece Kuzey Işıkları…” Gözleri heyecanla parlıyordu.

Yorgun ama içi dolu bir şekilde odama çekildim. Camdan dışarı baktığımda, gökyüzü berrak ve yıldızlarla doluydu. Bu, Kuzey Işıkları için iyi bir işaretti. Fotoğraf ekipmanımı son kez kontrol ettim, pillerimi şarj ettim ve hafıza kartlarımı boşalttım.

Yatağa uzanırken, bugün yaşadığım anları tekrar düşündüm: Þingvellir’deki tektonik plakalar arasında yürümek, Strokkur’un gökyüzüne doğru patlamasını izlemek, Gullfoss’un muhteşem gücüne tanık olmak… Doğanın bu kadar çeşitli ve güçlü olabileceğini hiç düşünmemiştim.

“İzlanda, beklediklerimden çok daha fazlasını sunuyor,” diye düşündüm, gözlerim kapanırken. “Ve daha yolun başındayım.”


İkinci Gün: Güney Sahili ve Kuzey Işıkları

Erken Uyanış ve Güne Hazırlık

17 Eylül sabahı erkenden, İzlanda’nın temiz havasını ciğerlerime çekmek için, otelin ahşap verandasına çıktım. Saat 6:45’ti ve gün henüz ağarıyordu. Gökyüzü, pembe ve mor tonlarla boyanmıştı – fotoğrafçılar için “altın saat” olarak bilinen mükemmel ışık. Oteli çevreleyen geniş çayırlar, sabah çiyiyle ıslanmış, hafif sis tabakasıyla kaplıydı. Uzakta, İzlanda atları (küçük boyutlu, güçlü ve dayanıklı atlar) otluyordu.

Bu anı kaçırmak istemediğim için, hızlıca odama dönerek Sony Alpha a7 III fotoğraf makinem ve 24-70mm lensimi aldım. Güneşin ilk ışıklarında otlayan İzlanda atlarının siluetlerini yakalarken, doğanın bu sessiz anını fotoğraflamanın huzurunu hissettim.

Kahvaltı için otelin restoranına indim. Tipik bir İzlanda kahvaltısı olan “hafragrautur” (yulaf lapası), taze meyveler, ev yapımı ekmek ve “skyr” servis ediliyordu. Güçlü bir İzlanda kahvesiyle birlikte, bu besleyici kahvaltı, zorlu bir gün için gereken enerjiyi sağlayacaktı.

Elín, kahvaltıda planımızı anlattı: “Bugün, İzlanda’nın güney sahilini keşfedeceğiz. İlk durağımız Seljalandsfoss ve Skógafoss şelaleleri olacak. Ardından, Reynisfjara siyah plajını ve Dyrhólaey kayalıklarını göreceğiz. Günün sonunda, eğer hava şartları uygunsa, Kuzey Işıkları’nı izlemek için ideal bir noktaya gideceğiz.”

Kahvaltının ardından, odama dönerek, Güney Sahili’nin değişken hava koşullarına hazırlanmak için, ekipmanlarımı kontrol ettim. Su geçirmez kılıflarımı, yedek pillerimi ve hafıza kartlarımı çantama yerleştirdim. DJI Air 2S drone’umu, sahilde rüzgarın güçlü olabileceğini düşünerek, sadece sakin havalarda kullanmak üzere hazır tuttum.

Güney Sahili Yolculuğu: Doğanın Görkemi

Otelden ayrılıp, Güney Sahili’ne doğru ilerlerken, İzlanda’nın manzarası sürekli değişiyordu. Geniş ovalar, yerini dağlık bölgelere, buzullardan gelen erimiş su nehirlerine ve volkanik kayalarla dolu alanlara bırakıyordu. Yol boyunca, Eyjafjallajökull yanardağını (2010’daki meşhur patlama) ve onun arkasındaki Mýrdalsjökull buzulunu görebiliyorduk.


Seljalandsfoss ve Skógafoss Şelaleleri: Su ve Işık Oyunları

İlk durağımız, 60 metre yüksekliğindeki Seljalandsfoss Şelalesi oldu. Bu şelalenin en etkileyici yanı, arkasında bulunan mağara sayesinde şelalenin arkasından yürüyebilmekti. Su geçirmez kıyafetlerimizi giyerek, şelalenin arkasındaki patikaya girdik. Suyun şiddetli akışı, etrafımıza su damlacıkları saçarken, güneş ışığı bu damlalarda kırılarak gökkuşağı oluşturuyordu.

Seljalandsfoss’un arkasından, 16-35mm geniş açı lensimi kullanarak dramatik fotoğraflar çektim. Görüntüde ışık ve suyun dansını vurgulamak için düşük enstantane hızı (1/15 saniye) ve yüksek diyafram değeri (f/11) kullanarak derinlik ve hareket hissi yakaladım. Şelale gibi hareketli su kaynaklarını fotoğraflarken, tripod kullanmak kritik önemdeydi.

Ardından, biraz daha doğuya giderek, Skógafoss Şelalesi’ne ulaştık. 60 metre yüksekliğinde ve 25 metre genişliğindeki bu şelale, suyun gücünün ve güzelliğinin olağanüstü bir gösterisiydi. Şelalenin yanındaki merdivenlerden tırmanarak, tepesinden muhteşem bir manzara izledik. Buradan, İzlanda’nın güney sahili ve okyanus net bir şekilde görünüyordu.

Elín, bu şelalelerin İzlanda mitolojisindeki yerini anlattı. Skógafoss’un arkasında gizli bir hazine olduğuna dair efsane, bu yerin mistik atmosferini daha da artırıyordu.


Reynisfjara Siyah Plajı: Okyanus ve Bazalt Sütunları

Öğleden sonra, Reynisfjara’nın meşhur siyah kumlu plajına ulaştık. Volkanik aktivite sonucu oluşan bu plaj, siyah bazalt kumlarıyla kaplıydı. Plajın bir ucunda, Reynisdrangar adı verilen deniz içindeki bazalt kayalıkları yükseliyordu. Efsaneye göre, bu kayalıklar, bir zamanlar trol olan ve güneş doğarken taşa dönüşen varlıklardı.

Plajın kenarındaki bazalt sütunları (Hálsanef), geometrik mükemmellikte, altıgen şeklinde yükseliyordu. Bu doğal kolonlar, fotoğraf çekmek için mükemmel bir fon oluşturuyordu. Elín, beni okyanusun tehlikeli olabileceği konusunda uyardı. Reynisfjara’daki “sneaker dalgaları” (aniden ve beklenmedik bir şekilde sahile vuran büyük dalgalar), turistler için tehlike oluşturabiliyordu.

Plajda yürürken, Atlantik Okyanusu’nun güçlü dalgalarının siyah kumlara çarpışını izledik. Kontrastı yakalamak için, siyah kumlar üzerinde köpüren beyaz dalgaların fotoğraflarını çektim. Rüzgar sakinken, DJI Air 2S drone’umla kısa bir uçuş yaparak, plajın ve bazalt sütunlarının havadan görüntülerini aldım.


Dyrhólaey Kayalıkları: Okyanus Manzarası ve Kuş Cenneti

Son durağımız, Reynisfjara’nın batısında yer alan Dyrhólaey kayalıkları oldu. Bu volkanik kökenli kayalık yarımada, denize doğru uzanıyor ve ortasında büyük bir kemer bulunuyordu. Bu kemer, İzlandaca’da “kapı-delik-ada” anlamına gelen “Dyrhólaey” ismini vermişti.

Kayalıkların tepesine çıktığımızda, 360 derecelik muhteşem bir manzarayla karşılaştık. Bir yanda Atlantik Okyanusu’nun uçsuz bucaksız maviliği, diğer yanda İzlanda’nın siyah kumlu sahilleri ve buzullarla kaplı dağları görünüyordu.

Dyrhólaey, aynı zamanda bir kuş cennetiydi. Yaz aylarında, binlerce puffin (İzlanda’nın sembol kuşlarından biri) burada yuva yapıyordu. Eylül ortası olmasına rağmen, hala bazı deniz kuşlarını gözlemleyebildik. Bu göç döneminde bile kuşların varlığı, bölgenin ekolojik önemini gösteriyordu.

Burada, gün batımını izledik. Saat 19:00 civarında, güneş, okyanus ufkuna doğru inerken, gökyüzü turuncu, pembe ve mor tonlarla boyanıyordu. Bu romantik anı, Elín’le birlikte fotoğrafladık. 24-70mm lensimi kullanarak, kayalıkların siluetini ve okyanusun dinamik dalgalarını yakaladım. Uzun pozlama tekniğiyle (2-3 saniye), dalgaların hareketini bulanıklaştırarak, okyanusun mistik bir atmosferini oluşturdum.


Otele Dönüş ve Kuzey Işıkları İçin Hazırlık

Güneş tamamen battıktan sonra, otele geri döndük. Yorgun ama mutluyduk. Günün güzelliklerini ve zorlayıcı anlarını konuşarak, otelin restoranında akşam yemeğimizi yedik. Sigríður, bize günün nasıl geçtiğini sordu ve bu gece Kuzey Işıkları görmek için şansımızın yüksek olduğunu söyledi.

“Kuzey Işıkları tahmin sitesine baktım,” dedi, heyecanla. “Bu gece, aktivite seviyesi yüksek. Yemekten sonra, otelin arkasındaki tepeye çıkabilirsiniz. Orası, ışık kirliliğinden uzak, mükemmel bir gözlem noktası.”

Yemekten sonra, Kuzey Işıkları fotoğrafçılığı için hazırlandık. MacBook Pro’mu açarak, Kuzey Işıkları fotoğrafçılığı için Sony Alpha a7 III’ümde ideal ayarları gözden geçirdim: geniş diyafram açıklığı (f/2.8), yüksek ISO değeri (1600-3200) ve uzun pozlama süreleri (15-30 saniye). Tripodumu, yedek pillerimi ve sıcak içecek termoslarımızı hazırladık. Kalın montlarımızı, berelerimizi ve eldivenlerimizi giydik. İzlanda geceleri, özellikle açık havada beklerken, oldukça soğuk olabiliyordu.


Kuzey Işıkları’nın Büyülü Dansı

Otelin arkasındaki tepeye çıktığımızda, gökyüzü tamamen karanlıktı ve yıldızlarla doluydu. Tripodlarımızı kurduk, fotoğraf makinelerimizi ayarladık ve beklemeye başladık. Elín, bana Kuzey Işıkları’nın oluşumu ve fotoğraflanması hakkında bilgiler veriyordu.

“Kuzey Işıkları, güneşten gelen yüklü parçacıkların, dünya atmosferindeki oksijen ve nitrojen molekülleriyle çarpışması sonucu oluşur,” diye açıkladı. “Bu çarpışma, gökyüzünde dans eden renkli ışıklar olarak görünür.”

Dakikalar, saatlere dönüştü. Gökyüzünde, yeşil, mor ve pembe renklerin dansını bekliyorduk. İlk başta hiçbir şey yoktu. Ancak, birden bire, gökyüzünün kuzey tarafında soluk bir yeşil ışık belirdi. Yavaş yavaş belirginleşti, şekiller oluşturmaya başladı. Kuzey Işıkları, görkemli bir şekilde dans ediyordu.

“İşte!” diye bağırdım heyecanla. Elín’le birlikte, Kuzey Işıkları’nı yakalamak için uzun pozlama tekniğiyle fotoğraflar çektik. Sony Alpha a7 III makinem, 16-35mm geniş açı lensimle, 20 saniye pozlama süresi, f/2.8 diyafram açıklığı ve ISO 2000 değeriyle ayarlanmıştı. Bu ayarlar, karanlıkta ışığı yakalamak ve gökyüzünün geniş bir alanını kapsayabilmek için idealdi.

Gökyüzündeki ışıklar, yeşilden mora, mordan pembeye dönüşerek, hipnotik bir gösteri sunuyordu. Bazen hızlanıyor, bazen yavaşlıyor, ama sürekli hareket ediyordu. Bu doğa olayının güzelliği, kelimelerle ifade edilemezdi.

Yaklaşık iki saat boyunca, Kuzey Işıkları’nı izledik ve fotoğrafladık. Bazı anlar, o kadar yoğundu ki, etrafımız yeşil bir ışıkla aydınlanıyordu. Bu, İzlanda’da yaşadığım en büyülü deneyimdi.


Günün Sonu: İç Huzuru ve Mutluluk

Otele döndüğümüzde, geç olmuştu ama içimiz heyecanla doluydu. Sigríður, bizi sıcak içeceklerle karşıladı. Ona, Kuzey Işıkları’nın muhteşem gösterisini anlattık ve çektiğimiz fotoğrafları gösterdik.

“Şanslısınız,” dedi gülümseyerek. “Bazı turistler, İzlanda’da haftalarca kalır ama Kuzey Işıkları’nı göremezler.”

Odama çıkmadan önce, Elín ile yarınki planlarımızı konuştuk. “Yarın, biraz daha doğuya gideceğiz,” dedi. “Jökulsárlón Buzul Lagünü ve Diamond Beach, seni bekliyor. Oraya yaklaşık 3 saatlik bir yolculuğumuz olacak, bu yüzden erken çıkmalıyız. Gece, Jökulsárlón’a daha yakın olan Höfn kasabasında konaklayacağız.”

Yorgun ama mutlu bir şekilde odama çıktım. MacBook Pro’mu açarak, fotoğraflarımı bilgisayarıma aktardım ve Lightroom’da hızlıca göz attım. Kuzey Işıkları’nın büyülü dansını yakalamış olmak, beni inanılmaz derecede tatmin etmişti. Işıkların doğal renklerini korumak için minimal düzenleme yapmaya özen gösterdim.

Yatağıma uzanırken, İzlanda’da geçirdiğim bu iki günü düşündüm. Doğanın gücü, güzelliği ve çeşitliliği, beni derinden etkilemişti. İzlanda, sadece fotoğraflarımda değil, aynı zamanda ruhumda da iz bırakmıştı.

“Bu, hayatımın en güzel deneyimlerinden biri,” diye düşündüm, uykuya dalarken. “Ve daha macera yeni başlıyor.”


Üçüncü Gün: Buzul Lagünü ve Buz Plajı

Yeni Bir Güne Başlangıç

18 Eylül sabahı erkenden, otelin sıcak ahşap duvarları arasında uyandım. Elín’in dün gece bahsettiği gibi, bugün daha uzun bir yolculuk yapacaktık. İzlanda’nın güneydoğusuna, Jökulsárlón Buzul Lagünü’ne gidecektik. Bu, İzlanda’nın en büyük buzul gölüydü ve buzul parçalarıyla dolu mavi suyuyla ünlüydü.

Penceremden dışarı baktığımda, gökyüzü berrak, hava soğuk ama güneşliydi. Termometre 7°C’yi gösteriyordu – Eylül ortasında İzlanda için tipik bir sıcaklık. “Mükemmel bir fotoğraf günü,” diye düşündüm. Hızlıca hazırlanıp, kahvaltı için aşağıya indim.

Sigríður, bugünkü yolculuğumuz için özel bir kahvaltı hazırlamıştı: Ev yapımı ekmekler, taze meyveler, yerel peynirler ve “hangikjöt” (tütsülenmiş kuzu eti). “Uzun bir yolculuk için güçlü kalmalısınız,” dedi gülümseyerek.

Elín, kahvaltı sırasında bugünkü rotamızı anlattı. “Önce Jökulsárlón’a gideceğiz. Bu, yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk. Yol boyunca, İzlanda’nın değişen manzaralarını göreceksin. Vatnajökull Ulusal Parkı’nın eteklerinden geçeceğiz. Lagüne vardıktan sonra, buzlar arasında bir tekne turuna katılabiliriz. Ardından, hemen yanındaki Diamond Beach’i (Elmas Plajı) ziyaret edeceğiz. Bu plaj, buzul parçalarının kıyıya vurduğu ve siyah kum üzerinde elmas gibi parladığı bir yer.”

Bu plan, beni heyecanlandırmıştı. Buzullar ve buz parçaları, fotoğraf tutkum için yeni bir alan açacaktı.


Yol Boyunca: İzlanda’nın Değişen Manzaraları

Kahvaltının ardından, Elín’in Land Rover’ına bindik ve doğuya doğru yola koyulduk. Ring Road (1 numaralı yol) boyunca ilerlerken, İzlanda’nın manzarası sürekli değişiyordu. Başlangıçta, geniş çayırlar ve tepeler görüyorduk. Zamanla, manzara daha dramatik hale geldi.

Volkanik kara kayalıklar, geniş lav alanları, buzul nehirleri ve uzaktaki buzul dağları… Her köşeyi döndüğümüzde, yeni bir manzara bizi karşılıyordu. Elín, yol boyunca, İzlanda’nın jeolojik tarihi ve çevremizdeki doğal güzellikler hakkında bilgiler verdi.

“Şu gördüğün dağ, Öræfajökull,” dedi, uzaktaki kar kaplı bir tepeyi işaret ederek. “İzlanda’nın en yüksek noktası olan Hvannadalshnjúkur zirvesi, bu dağda yer alır.”

Yolun bir kısmında, araçtan inip, “jökulsá” olarak adlandırılan buzul nehirlerinin üzerindeki köprülerden geçtik. Bu nehirler, gri-mavi renkte, buzul çamuru taşıyan hızlı akıntılardı. Elín, bu nehirlerin bazılarının, 1996’daki Vatnajökull buzul patlamasında taşkınlara neden olduğunu anlattı.

Yol boyunca, birkaç durak yaparak, fotoğraf çektik. İzlanda’nın güneydoğu kıyısı, dramatik kontrastlar sunuyordu: Bir yanda engin okyanus, diğer yanda devasa buzullar ve bunların arasında, volkanik kara kumlu sahiller.


Jökulsárlón Buzul Lagünü: Buz Heykellerinin Dansı

Öğleden sonra, nihayet Jökulsárlón Buzul Lagünü’ne ulaştık. Gözlerimizin önüne serilen manzara, kelimelerle ifade edilemez güzellikteydi. Lagün, masmavi bir yüzeye sahipti ve içinde, farklı boyutlarda ve şekillerde buz kütleleri yüzüyordu. Bu buz parçaları, Breiðamerkurjökull buzulundan kopmuştu ve lagün boyunca okyanusa doğru yavaşça sürükleniyordu.

Buz kütlelerinin renkleri, beyazdan, maviye ve hatta siyaha değişiyordu. Güneş ışınları, buz parçaları üzerinde yansımalar oluştururken, adeta bir ışık gösterisi sunuyordu. Elín, burada fotoğraf çekmek için en iyi noktaları gösterdi.

“Buz kütlelerinin arasından geçen tekne turuna katılalım,” diye önerdi. “Böylece, daha yakından fotoğraf çekebilirsin.”

Zodiak bot turuna katıldık ve lagünün derinliklerine doğru ilerledik. Buz kütlelerinin arasından geçerken, rehber, buzdağlarının oluşumu ve buzulun geri çekilme hızı hakkında bilgiler verdi. Bazı buz kütleleri, 1000 yıllık olabiliyordu ve içlerinde, volkanik kül tabakaları görünüyordu.

Tekne turunda, Sony Alpha a7 III ve 24-70mm lensimle farklı açılardan fotoğraflar çektim. Buzların yüzeyindeki detaylar, içlerindeki hava kabarcıkları ve güneş ışığının yarattığı mavi tonlar, fotoğraflarıma derinlik katıyordu. Elín de, kendi açısından, bu büyülü manzarayı fotoğraflıyordu.


Diamond Beach: Siyah Kumda Parlayan Elmaslar

Tur sonrası, lagünün sadece karşısında yer alan Diamond Beach’e (Breiðamerkursandur) yürüdük. Bu plaj, adını, siyah volkanik kumlar üzerinde, buzul parçalarının elmas gibi parlamasından alıyordu.

Plaja vardığımızda, gözlerime inanamadım. Siyah kumların üzerinde, küçük ve büyük buz parçaları, güneş ışığında parıldıyordu. Bazı buz parçaları, mavi tonlarıyla, bazıları ise kristal berraklığıyla dikkat çekiyordu. Bu kontrastlı manzara, fotoğrafçılık için bir cennetti.

24-70mm lensimi ve polarize filtremi kullanarak, buz parçalarının detaylarını fotoğrafladım. Güneş ışığının, buzun içinden nasıl geçtiğini, nasıl kırıldığını ve farklı renk tonları oluşturduğunu yakalamaya çalıştım. Elín, uzun pozlama tekniğiyle, dalgaların buz parçalarının etrafında nasıl hareket ettiğini fotoğraflıyordu.

Plajda saatler geçirdik, güneş yavaş yavaş alçalırken, ışık sürekli değişiyor ve yeni fotoğraf fırsatları sunuyordu. Akşamüstü, daha dramatik bir ışık açısı oluştuğunda, renkler daha da canlı hale geldi.


Höfn Kasabasına Yolculuk ve Yeni Konaklama

Güneş batmaya başlarken, lagün ve plajdan ayrılarak, geceyi geçireceğimiz Höfn kasabasına doğru yola çıktık. Höfn, İzlanda’nın güneydoğu kıyısında, balıkçılıkla ünlü küçük bir kasabaydı ve Jökulsárlón’a yaklaşık bir saatlik mesafedeydi.

Yol boyunca, Elín ve ben, günün deneyimlerini ve çektiğimiz fotoğrafları paylaştık. MacBook Pro’mda hızlıca görüntülediğimiz fotoğraflara bakarken, İzlanda’nın bize sunduğu bu olağanüstü güzelliklere bir kez daha hayran kaldık.

“Her geldiğimde farklı bir İzlanda görüyorum,” dedi Elín. “Buzullar geri çekiliyor, lagün genişliyor, plajdaki buz parçaları değişiyor… Bu yüzden, her anı fotoğraflamak, bir tür zaman kapsülü yaratmak gibi.”

Bu sözler, beni derinden etkiledi. Fotoğrafçılık, sadece güzel kareler yakalamaktan ibaret değildi. Aynı zamanda, değişen dünyamızın bir kaydını tutmak, gelecek nesillere bir miras bırakmaktı.

Höfn’e vardığımızda, akşam olmuştu. Küçük, yerel bir pansiyon olan “Guesthouse Dyngja”ya yerleştik. Deniz manzaralı, sade ama konforlu odalarıyla bu pansiyon, tipik bir İzlanda misafirperverliğini yansıtıyordu.

Pansiyonun sahibi Gunnhildur, bizi ısıtılmış şarap ve ev yapımı ekmekle karşıladı. “İzlanda’nın en iyi ıstakozları burada bulunur,” dedi, yerel yemeklerden bahsederken. “Eğer deniz ürünlerini seviyorsanız, Höfn’ün ıstakoz restoranlarından birini denemelisiniz.”

Tavsiyesini dikkate alarak, kısa bir yürüyüşle ulaştığımız “Pakkhús Restaurant”a gittik. Bu restoran, eski bir depodan dönüştürülmüş, rustik atmosfere sahip bir yerdi. Menüde, taze deniz ürünleri, özellikle de bölgenin meşhur langustine (küçük ıstakoz) çeşitleri ön plandaydı.

Akşam yemeğinde, İzlanda ıstakozu çorbası ve taze balık tabağı sipariş ettik. Yemek boyunca, İzlanda’nın iklim değişikliğinden nasıl etkilendiği, buzulların erime hızı ve bunun çevreye etkileri üzerine konuştuk.

Yemekten sonra, pansiyona dönerek, günün fotoğraflarını düzenlemek için biraz zaman ayırdım. MacBook Pro’mda Lightroom kullanarak, Jökulsárlón ve Diamond Beach fotoğraflarını organize ettim. Bazı fotoğrafları HDR tekniğiyle birleştirerek, buz kütlelerinin hem gölgeli hem de aydınlık kısımlarındaki detayları ortaya çıkardım. Uzun pozlama tekniğiyle çektiğim Diamond Beach fotoğraflarında, dalgaların buz parçaları etrafındaki akışkanlığını vurguladım.

Düzenleme işlemini bitirdiğimde, en beğendiğim 20 kareyi seçerek bir dijital albüm oluşturdum. Bu albümü, Elín’le paylaşmayı ve belki de ileride bir sergi açmayı düşündüm. “İzlanda: Değişimin Kaydı” adını vereceğim bir sergi olabilirdi bu.

Yatağıma uzanmadan önce, penceremden dışarı baktım. Gökyüzü bulutluydu, bu gece Kuzey Işıkları göremeyecektik. Ama sorun değildi. İzlanda, her gün yeni güzellikler sunuyordu ve yarın, yeni bir macera bizi bekliyordu.

Fotoğraflarla dolu bir gün, düşüncelerle dolu bir akşam ve hayallerle dolu bir gece… İzlanda, benim için sadece bir seyahat değil, bir dönüşüm haline gelmişti.

Uyku, yavaş yavaş gözlerime çökerken, son düşüncem, bu büyülü ülkenin daha neleri keşfedilmeyi beklediğiydi. “Şimdilik güle güle, İzlanda’nın buzul cenneti,” diye fısıldadım, “yarın yeni güzelliklerde buluşmak üzere.”


Dördüncü ve Beşinci Gün: Batı İzlanda ve Snæfellsnes Yarımadası

Doğudan Batıya Geçiş ve Yeni Bir Plan

19 Eylül sabahı, Höfn kasabasındaki pansiyonumuzdan ayrılıp, İzlanda’nın batı kıyısına doğru yolculuğumuza başladık. Kahvaltıda Elín, bugünkü planımızı anlattı:

“Bugün uzun bir yolculuğumuz olacak. İzlanda’nın güneydoğusundan batısına geçeceğiz. Yol yaklaşık 5-6 saat sürecek, ama inanılmaz manzaralar göreceğiz. Akşama doğru Borgarnes kasabasına varacağız ve oradan Snæfellsnes Yarımadası’na geçeceğiz. Yarımadada, doğayla iç içe bir kamp deneyimi yaşayacağız.”

Bu plan, yolculuğuma farklı bir boyut katacaktı. Şimdiye kadar otellerde kalmıştık, ama şimdi gerçek bir İzlanda kamp deneyimi beni bekliyordu. Tüm eşyalarımı toplayıp, ekipmanlarımı kontrol ettikten sonra, Elín’in Land Rover’ına bindik ve Höfn’den ayrıldık.

Ring Road’dan (1 numaralı yol) ilerlerken, İzlanda’nın manzarası bir film şeridi gibi değişiyordu. Güneydoğunun buzul bölgelerinden, iç kesimlerin sarp kayalıklarına, oradan da batının yeşil vadilerine… Her köşeyi döndüğümüzde, fotoğraf makinem için yeni bir manzara beliriyordu.

Öğle zamanı, yol üzerindeki küçük bir kafede mola verdik. Basit ama lezzetli İzlanda sandviçleri ve sıcak çorbalar eşliğinde, yolculuğumuzun ikinci yarısı için enerji topladık. Elín, bu uzun yolculuk sırasında, İzlanda’nın tarihini, kültürünü ve kişisel yaşam hikayelerini paylaştı. Sohbetimiz, zamanın nasıl geçtiğini unutturacak kadar sürükleyiciydi.


Borgarnes’te Alışveriş Molası

Öğleden sonra geç saatlerde, Borgarnes adlı sahil kasabasına vardık. Burası, İzlanda’nın batı kıyısında, Borgarfjörður’un kıyısında yer alan, yaklaşık 2000 nüfuslu, renkli binaları ve balıkçı tekneleriyle sevimli bir yerleşimdi.

“Kamp malzemelerini ve yiyecekleri buradan alalım,” dedi Elín. “Kasabanın merkezinde, yerel ürünler satan iyi bir market var.”

Araçtan indik ve Borgarnes’in dar, rüzgarlı sokaklarında yürümeye başladık. Kasaba, denize doğru uzanan bir yarımadanın üzerine kurulmuştu ve neredeyse her sokaktan deniz manzarası görünüyordu. Renkli, ahşap evler, İskandinav tarzında, canlı renklere boyanmıştı: kırmızı, mavi, sarı…

Önce, kamp malzemeleri satan küçük bir dükkana girdik. Elín, kaliteli bir iki kişilik çadır, uyku tulumları ve kamp ocağı kiraladı. “Kendi çadırım var, ama bugün seninle paylaşacağım,” dedi gülümseyerek. “Kamp yapmak, İzlanda’yı deneyimlemenin en güzel yolu.”

Ardından, yerel markete gittik. İzlanda ekmekleri, peynirler, taze meyveler, konserveler ve kamp ateşinde pişirebileceğimiz İzlanda’nın meşhur hotdog’u (“pylsur”) için malzemeler aldık. Elín, özel bir İzlanda birası olan Viking’den birkaç şişe de ekledi listeye. “Kamp ateşi başında iyi gider,” dedi göz kırparak.

Alışverişimizi tamamladıktan sonra, Borgarnes’in küçük bir kafesinde öğle yemeği yedik. Elín, “Fiskisúpa” (İzlanda balık çorbası) önerdi. Kremalı, zengin baharatlı bu çorbanın içinde, taze morina parçaları, patates ve sebzeler vardı. Yanında taze ekmek ve İzlanda tereyağı ile servis edildi.

Yemek sırasında, Elín, Borgarnes’in tarihini anlattı. Burası, İzlanda’nın ilk yerleşimcilerinden Skallagrímur Kveldúlfsson’un 9. yüzyılda karaya ayak bastığı yerdi. Kasabanın yakınındaki Settlement Center (Yerleşim Merkezi), İzlanda’nın ilk yerleşim dönemini anlatan ilginç bir müzeydi.

“Bir dahaki gelişinde, burayı daha detaylı keşfedebilirsin,” dedi Elín, “ama şimdi, bizi güzel bir kamp alanı bekliyor.”


Snæfellsnes Yarımadası’na Doğru

Borgarnes’ten ayrılıp, kuzeybatıya doğru ilerlemeye başladık. Yol, kıvrıla kıvrıla Snæfellsnes Yarımadası’na doğru uzanıyordu. Bu yarımada, Jules Verne’in “Dünya’nın Merkezine Yolculuk” romanına ilham veren Snæfellsjökull Buzulu’nu da barındırıyordu.

Yol boyunca, manzara giderek daha dramatik hale geldi. Bir yanda dalgalı Atlantik Okyanusu, diğer yanda dağlar ve volkanik kayalıklar… İzlanda’nın vahşi doğası, tüm heybetiyle karşımızdaydı.

“Şu kayalıklara bak,” dedi Elín, denize doğru uzanan bazalt sütunlarını göstererek. “Bunlar, ‘dike’ olarak adlandırılan volkanik oluşumlar. Erimiş lav, soğuyup katılaşırken bu şekli almış.”

Kıyı boyunca ilerlerken, küçük balıkçı köylerinden geçtik. Arnarstapi, Hellnar gibi köylerde, renkli balıkçı tekneleri, küçük limanlar ve taş evler, zamanın durduğu hissini uyandırıyordu.

Öğleden sonra geç saatlerde, Snæfellsnes’in güney kıyısında, Elín’in bahsettiği kamp alanına ulaştık. Burası, Djúpalónssandur adlı siyah kumlu plajın yakınında, kayalıklarla çevrili, denize bakan küçük bir çimenlik alandı. Uzakta, Snæfellsjökull Buzulu’nun kar kaplı zirvesi görünüyordu.

“İşte geldik,” dedi Elín, aracı park ederken. “Bu, benim sevdiğim özel bir yer. Az kişi bilir ve genellikle sakindir.”


Kamp Kurulumu ve Deniz Manzarası

Aracın bagajından kamp malzemelerini çıkararak, çadırımızı kurmaya başladık. İzlanda’nın rüzgarlı havasında, çadır kurmak biraz zorlayıcıydı ama Elín’in deneyimi sayesinde kısa sürede halledildi. Çadırımız, denize bakan, rüzgardan korunaklı bir noktaya yerleştirildi.

“Bu çadır, İzlanda’nın güçlü rüzgarlarına dayanacak şekilde tasarlanmış,” dedi Elín, kazıkları sağlamlaştırırken. “Geceler soğuk olabilir, ama uyku tulumlarımız kaliteli.”

Kamp alanımızın etrafında, kısa çimler ve renkli tundra bitkileri vardı. İlkbaharda buranın mor ve pembe çiçeklerle kaplandığını söyledi Elín. Şimdi, Eylül ortasında, sonbaharın tonları hakimdi; kırmızı, turuncu ve kahverengi…

Çadırımızı kurduktan sonra, kamp ateşi için uygun bir alan hazırladık. Plajdan toplanan taşlarla küçük bir çember yaptık ve Elín, çantasından çıkardığı kuru odunları yerleştirdi. “İzlanda’da ağaç azdır,” diye açıkladı, “bu yüzden kamp ateşi için odun getirmek gerekiyor.”

Güneş yavaş yavaş alçalırken, denizden gelen rüzgar biraz sertleşti. Ateşi yakıp, üzerine küçük bir kamp tenceresi yerleştirdik. Elín, İzlanda usulü “pylsur” (hotdog) hazırlamaya başladı: özel İzlanda sosisi, taze ekmek, karamelize soğan ve çeşitli soslar…

“İzlanda’nın meşhur sokak yemeğidir bu,” dedi, sosisleri çevirirken. “Reykjavik’teki Bæjarins Beztu Pylsur, dünyanın en iyi hotdog’larını yapar denilir. Bill Clinton bile oradan yemiştir.”

Kamp ateşinin etrafında oturup, sıcak hotdog’larımızı yerken, önümüzde uzanan deniz manzarası büyüleyiciydi. Güneş, Atlantik’in ufkuna doğru alçalırken, gökyüzü turuncu ve pembe tonlara bürünmüştü. Dalgaların sesi, ateşin çıtırtısına karışıyordu.


Kamp Ateşi Başında Elín’in Hikayesi

Yemekten sonra, Elín termostaki İzlanda çayını doldurdu ve Viking biralarımızı açtık. Kamp ateşinin ışığında, yüzü daha yumuşak, daha düşünceli görünüyordu. Sessizliği bozan, Elín’in sakin sesi oldu.

“Biliyorsun, İzlanda’da balıkçılık, sadece bir meslek değil, bir yaşam biçimidir,” diye başladı. “Benim eski eşim Magnús da bir balıkçıydı. Westfjords’da, İzlanda’nın kuzeybatısında büyümüştü. Ailesi nesillerdir balıkçılık yapıyordu.”

Elín, biradan bir yudum aldı ve devam etti. “On beş yıl önce tanıştık. Ben o zamanlar sanat öğretmenliği eğitimi alıyordum, o ise babasının teknesinde balıkçılık yapıyordu. Hızla aşık olduk ve iki yıl sonra evlendik.”

Ateşin ışığında, gözlerinin uzaklara daldığını fark ettim. “Bir yıl sonra kızımız Freyja doğdu. Güzel bir kızdı, Magnús’un mavi gözlerine sahipti. İlk yıllar mutluyduk. Ben öğretmenlik yapıyordum, Magnús balığa çıkıyordu. Haftalarca denizde olur, sonra birkaç gün evde kalırdı. Zor bir düzendi ama alışmıştık.”

Elín, çayından bir yudum aldı. “Altı yıl önce, Magnús her zamanki gibi balığa çıktı. O gün, hava raporları fırtına olacağını söylüyordu, ama çok da şiddetli olmayacağı tahmin ediliyordu. Ancak İzlanda’nın hava koşulları tahmin edilemez olabilir. Fırtına beklenenden çok daha şiddetli oldu.”

Elín’in sesi hafifçe titremeye başladı. “Tekne, Vestmannaeyjar adalarının yakınlarında kayboldu. Günlerce arama kurtarma çalışmaları sürdü, ama ne tekne ne de mürettebatından bir iz bulunamadı. Magnús ve dört arkadaşı… hepsi gitti.”

Sessizlik çöktü. Dalgaların sesi ve ateşin çıtırtısı dışında hiçbir şey duyulmuyordu. “O zamanlar Freyja yedi yaşındaydı,” diye devam etti Elín. “Babasının neden geri dönmediğini anlamakta zorlandı. Ona açıklamak, hayatımın en zor anlarından biriydi.”

Elín, gözlerindeki yaşları sildi. “Magnús’un annesi Liverpool’da yaşıyor. İngiliz ve yıllar önce İzlanda’ya gelmişti, burada Magnús’un babasıyla tanışmıştı. Eşinin ölümünden sonra İngiltere’ye geri dönmüştü. Geçen yıl, Freyja büyükannesinin yanına, Liverpool’a gitti. Orada okula başladı. Şu an on üç yaşında ve çok akıllı bir kız. Her hafta görüntülü konuşuyoruz.”

Elín’in yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “Freyja, tatillerde İzlanda’ya geliyor. Noel’de burada olacak. Ona fotoğrafçılığı öğretiyorum. Tıpkı senin gibi, o da doğa fotoğrafçılığına ilgi duyuyor.”

Sustuk. Ateşin alevleri, Elín’in yüzünü aydınlatıyordu. Denizden gelen rüzgar, saçlarını uçuşturuyordu. “İzlanda, bize hayatın hem güzel hem de acımasız olabileceğini öğretir,” dedi sonunda. “Doğanın gücü karşısında, bazen ne kadar küçük olduğumuzu anlarız. Ama yine de yaşamaya, güzelliği görmeye devam ederiz.”

Ateşe bir odun daha attı. “Bu yüzden fotoğraf çekiyorum. Her an, bir daha tekrarlanmayacak bir an. Onu yakalamak, bir anlamda ölümsüzleştirmek gibi.”

Elín’in hikayesi, İzlanda’nın ruhuyla, doğasıyla ve insanlarıyla derinden bağlantılıydı. Denize karşı oturmuş, birbirimize hiçbir şey söylemeden, ateşin etrafında uzun süre oturduk. Kelimeler, bazen gereksizdi.

Gökyüzü tamamen karardığında, yıldızlar belirmeye başladı. Denizin üzerinde, yıldızların yansıması bir ışık şöleni oluşturuyordu. Uzakta, belki bir yunus, belki bir balina, suyun yüzeyinde bir sıçrayış yaptı.

“Yarın, Snæfellsjökull’un eteklerinde yürüyüş yapacağız,” dedi Elín, sessizliği bozarak. “Ve sonra, gece Reykjavik’e doğru yola çıkacağız. Son günlerini şehirde geçirmek ister misin?”

“Elbette,” dedim, “İzlanda’nın hem vahşi doğasını hem de şehir hayatını deneyimlemek isterim.”

Çadırımıza çekildiğimizde, İzlanda’nın soğuk gecesinde, uyku tulumlarımıza sarınıp uyuduk. Dışarıda, denizin dalgaları ve rüzgarın sesi, doğanın ninnisi gibiydi. İzlanda, her anıyla beni sarmalamış, içine almıştı.


Beşinci Gün: Snæfellsjökull ve Kirkjufell

20 Eylül sabahı, güneşin ilk ışıklarıyla uyandım. Çadırın içi serin ama uyku tulumlarımız sayesinde rahat bir gece geçirmiştik. Dışarı çıktığımda, gözlerime inanamadım – Snæfellsjökull Buzulu, sabah güneşinin altında parlıyordu. Hava berraktı ve manzara muhteşemdi.

“Günaydın!” dedi Elín, kamp ateşini tekrar yakarken. “Kahvaltı hazırlıyorum. Bugün uzun bir gün olacak.”

Basit bir açık hava kahvaltısı yaptık: sandviçler, meyve ve sıcak çay. Kahvaltı sonrası çadırımızı topladık ve eşyalarımızı araca yerleştirdik. Bugünkü planımız, Snæfellsjökull Milli Parkı’nı keşfetmek ve ardından İzlanda’nın en fotoğrafik dağı olarak bilinen Kirkjufell’i ziyaret etmekti.

Snæfellsjökull Milli Parkı’na doğru ilerlerken, Elín bu bölgenin önemini anlattı. “Bu buzul ve çevresindeki volkanik alanlar, İzlanda’nın en mistik yerlerinden biridir. Jules Verne’in romanında, Dünya’nın merkezine giden giriş tam da bu buzulun içindeydi.”

Milli Park’ta, siyah lav alanları, yeşil yosunlarla kaplı tepeler ve volkanik kraterler arasında yürüyüş yaptık. Saxhóll Krateri’ne tırmandık ve tepesinden büyüleyici bir manzara gördük. Sony Alpha a7 III ve 16-35mm geniş açı lensimle, bu dramatik manzaraları kaydederken, İzlanda’nın jeolojik çeşitliliğine bir kez daha hayran kaldım.

Öğleden sonra, yarımadanın kuzey tarafında yer alan Kirkjufell Dağı’na doğru yola çıktık. Bu dağ, İzlanda’nın en çok fotoğraflanan yerlerinden biriydi ve “Kilise Dağı” anlamına geliyordu. Yanındaki Kirkjufellsfoss Şelalesi ile birlikte, unutulmaz bir kompozisyon oluşturuyordu.

Elín, beni şelalenin karşısındaki klasik fotoğraf noktasına götürdü. Tripodumu kurarak, uzun pozlama tekniğiyle (2 saniye), şelalenin akışını ve önündeki Kirkjufell Dağı’nın silüetini yakaladım. Işık mükemmeldi ve sonuç, İzlanda seyahatimin en ikonik fotoğraflarından biri oldu.

“Bu manzara, kış aylarında Kuzey Işıkları altında daha da etkileyici olur,” dedi Elín. “Belki başka bir zaman, farklı bir mevsimde yine gelirsin.”

Gün batımına doğru, Batı İzlanda’daki son durağımız olan Hraunfossar ve Barnafoss şelalelerine ulaştık. Hraunfossar, lav alanlarının arasından çıkan, küçük şelalelerden oluşan bir seri sunuyordu. Barnafoss ise, dar bir kanyonda hızla akan türbülanslı bir şelaleydi. İki şelale arasındaki yürüyüş yolunda, son fotoğraf çekimlerimi yaptım.

Akşam karanlığı çökerken, Reykjavik’e doğru yola çıktık. İki saatlik yolculuk boyunca, geçen beş günde yaşadığımız olağanüstü deneyimleri konuştuk. Elín’in rehberliği ve dostluğu, İzlanda deneyimimi inanılmaz derecede zenginleştirmişti.

Reykjavik’e vardığımızda, saat 21:00’i geçiyordu. Elín beni kiraladığım Airbnb dairesine bıraktı. Yollarımız ayrılmadan önce, sıcak bir sarılmayla vedalaştık.

“Bu hafta sonu seninle vakit geçirmek gerçekten harikaydı,” dedi. “İzlanda’yı keşfettikçe, onun sihirli yönlerini görmeni izlemek büyüleyiciydi.”

“Senin rehberliğin olmasaydı, bunların yarısını bile deneyimleyemezdim,” diye cevap verdim. “Teşekkür ederim, gerçekten.”

“Yarın dinlen,” dedi gülümseyerek. “Son günlerini Reykjavik’i keşfederek geçir. Şehrin de keşfedilmeyi bekleyen birçok hazinesi var.”

Elín’in aracı uzaklaşırken, İzlanda maceramın yeni bir aşamaya girdiğini hissettim. Beş gün boyunca ülkenin doğal güzelliklerini keşfetmiştim; şimdi ise kültürel zenginliklerini tanıma zamanıydı.


Son Günler: Reykjavik’te Kültür ve Sanat

Şehir Keşfi: Reykjavik’in Kalbi

21 Eylül sabahı, geç uyandım. Son günlerin yoğun temposu ve açık havada geçirdiğim uzun saatler, vücudumu yormuştu. Dairemde rahat bir kahvaltı yaptıktan sonra, Reykjavik’i keşfetmek için dışarı çıktım.

İlk durağım, şehrin sembolü olan Hallgrímskirkja Kilisesi oldu. Bu modern mimari harikası, 74,5 metre yüksekliğiyle İzlanda’nın en büyük kilisesiydi. Bazalt sütunlardan esinlenen tasarımı, İzlanda’nın volkanik yapısına bir göndermeydi. Kilisenin önünde, Leif Erikson’un heykeli duruyordu – Amerika kıtasına ayak basan ilk Avrupalı olduğu düşünülen İzlandalı kaşif.

Kilisenin kulesine çıkarak, Reykjavik’in panoramik manzarasını fotoğrafladım. Renkli çatılar, deniz ve uzaktaki dağlar, şehrin kompakt ama canlı yapısını ortaya koyuyordu.

Ardından, Harpa Konser Salonu’na doğru yürüdüm. Deniz kenarında yer alan bu modern yapı, cam cephesiyle ve geometrik desenleriyle dikkat çekiyordu. Güneş ışığı, binanın cephesindeki renkli cam panellerde kırılarak, içeride ışık oyunları oluşturuyordu. 24-70mm lensimle, binanın mimari detaylarını ve ışık-gölge oyunlarını belgeledim.

Öğleden sonra, Reykjavik’in kültür ve sanat bölgesi olan Grandi’yi keşfettim. Eski balıkçı depolarından dönüştürülmüş bu bölge, şimdi modern sanat galerileri, tasarım stüdyoları ve butik kafelere ev sahipliği yapıyordu. Elín’in bahsettiği Marshall House’u ziyaret ederek, çağdaş İzlanda sanatının örneklerini inceledim.

Akşamüstü, eski liman bölgesinde yürüyüş yaparak, balıkçı teknelerini ve yolcu gemilerini fotoğrafladım. Deniz kenarındaki “Sun Voyager” (Güneş Yolcusu) heykeli, günbatımı ışığında özellikle etkileyiciydi. Viking gemisi formundaki bu paslanmaz çelik heykel, İzlanda’nın keşif ve umut ruhunu sembolize ediyordu.

Akşam yemeği için, yerel tavsiyelerle “Fiskfélagið” (Balık Şirketi) restoranına gittim. Modern İzlanda mutfağını deneyimleyebildiğim bu mekanda, günün balığı olan Arctic char (kutup alası) ve yerel malzemelerle hazırlanmış yan yemekler sipariş ettim. Yemeğin lezzeti ve sunumu, İzlanda’nın sadece doğal güzellikleriyle değil, gelişmiş mutfak kültürüyle de öne çıktığını gösteriyordu.


Blue Lagoon Deneyimi

22 Eylül günü, İzlanda’nın en bilinen turistik noktalarından biri olan Blue Lagoon’u (Mavi Lagün) ziyaret etmeye karar verdim. Reykjavik’ten yaklaşık 45 dakika uzaklıktaki bu jeotermal spa, volkanik bir alanda yer alıyordu.

Sabah erkenden bir shuttle servisiyle Blue Lagoon’a ulaştım. Giriş yapıp, soyunma odalarında hazırlandıktan sonra, lagünün sıcak, mineral bakımından zengin sularına girdim. Mavi-beyaz renkli su, cildimde ipeksi bir his bırakıyordu. Sıcaklığı 37-40°C arasında değişen su, İzlanda’nın soğuk havasında mükemmel bir kontrast oluşturuyordu.

Lagünün etrafındaki volkanik kayalıklar ve buharlı atmosfer, gerçeküstü bir manzara sunuyordu. Su geçirmez kılıf içindeki Sony Alpha a7 III’ümle, bu eşsiz ortamın birkaç fotoğrafını çektim. Ancak daha çok, anın tadını çıkarmaya odaklandım. Yüzüme sürdüğüm silika maskesi, İzlanda’nın doğal minerallerinin cildime nüfuz etmesini sağlarken, sıcak suyun rahatlatıcı etkisi, kaslarımdaki tüm gerginliği alıp götürüyordu.

Öğle saatlerinde, lagünün içindeki barda, İzlanda birası eşliğinde hafif bir öğle yemeği yedim. Daha sonra, spa tesisinin sunduğu masaj hizmetinden yararlanarak, beş günlük yoğun fotoğraf turumdan sonra vücudumu dinlendirdim.


Fotoğraf Düzenleme ve Son Hazırlıklar

23 Eylül günü, İzlanda maceramın sonuna yaklaşırken, çektiğim fotoğrafları düzenlemek ve organize etmek için zamanımı dairemde geçirdim. MacBook Pro’mda, Adobe Lightroom kullanarak, binlerce fotoğraf arasından en iyilerini seçip düzenledim.

Fotoğrafları konularına göre klasörledim: Kuzey Işıkları, şelaleler, buzullar, volkanik manzaralar, İzlanda atları, deniz manzaraları ve Reykjavik… Her birinin kendine özgü bir karakteri vardı.

Düzenlediğim fotoğrafları, harici SSD diskime yedekleyerek ve bulut depolama alanıma yükleyerek, güvenliğini sağladım. Ayrıca, Elín ile paylaşmak üzere özel bir koleksiyon hazırladım. Onun rehberliği ve dostluğu olmadan, bu fotoğrafların çoğu mümkün olmazdı.

Öğleden sonra, Reykjavik’in merkezi alışveriş caddesi olan Laugavegur’da yürüyerek, son alışverişlerimi yaptım. Aileye ve arkadaşlara küçük hediyeler aldım: El yapımı İzlanda yünlü ürünler, volkanik kaya hediyelikler ve yerel gıda ürünleri…

Akşam, sevdiğim kafelerden biri olan “Reykjavik Roasters”da oturarak, İzlanda günlüğümün son notlarını yazdım. Bu yolculuk, sadece bir fotoğraf turu değil, aynı zamanda kişisel bir dönüşüm ve keşif yolculuğu olmuştu.


Veda: İzlanda’dan Ayrılış

24 Eylül sabahı, son gün ayrılış hazırlıklarımı tamamladım. Bavulumu topladım, ekipmanlarımı kontrol ettim ve Airbnb dairesini temizledim.

Dışarı çıktığımda, İzlanda’ya bir veda yürüyüşü yapmak istedim. Reykjavik’in deniz kenarı yolunu takip ederek, şehrin sakin sabah atmosferini son kez deneyimledim. Gökyüzü gri ve hafif yağmurlu olsa da, bu hava durumu, İzlanda’nın karakterine çok uygundu – biraz melankolik ama aynı zamanda etkileyici ve güçlü.

Öğle saatlerinde, son kez Elín ile buluştum. Dün düzenlediğim fotoğraflardan bir seçkiyi ona hediye ettim. “İzlanda: Değişimin Kaydı” başlığını verdiğim bu koleksiyon, onun rehberliğinde keşfettiğim bu olağanüstü ülkenin bir teşekkür notuydu.

“Bunlar harika,” dedi Elín, fotoğraflara bakarken. “İzlanda’yı gerçekten anlamışsın. Bu fotoğraflar sadece manzaraları değil, onların ruhunu da yakalıyor.”

Keflavik Havalimanı’na giden shuttle otobüsüne binmeden önce, Elín ile sıcak bir sarılmayla vedalaştık. “İzlanda’ya tekrar gel,” dedi. “Belki kış mevsiminde, farklı bir İzlanda görebilirsin. Freyja da tanışmak ister seninle.”

“Kesinlikle geleceğim,” dedim içtenlikle. “Bu seyahat, hayatımın en güzel deneyimlerinden biriydi.”

Otobüs hareket ederken, pencereden Reykjavik’in uzaklaşan siluetini izledim. İzlanda, sadece iki hafta önce hayalini kurduğum uzak bir ülke değildi artık. Şimdi anılarımda, fotoğraflarımda ve kalbimde yaşayan özel bir yerdi.

Havalimanında, son İzlanda kahvemi içerken, bu yolculuğun bana kattıklarını düşündüm. Doktor olarak, her gün insanların hayatlarına dokunuyordum, ama İzlanda, doğanın bize nasıl dokunduğunu hatırlatmıştı. Fotoğrafçı olarak, ışığın ve manzaranın yeni olasılıklarını keşfetmiştim. Ve bir insan olarak, Elín’in hikayesinde olduğu gibi, hayatın hem güzelliklerini hem de zorluklarını kabul etmenin önemini yeniden anlamıştım.

Uçağım havalanırken, son kez İzlanda’nın volkanik manzarasına baktım. “Güle güle, İzlanda,” diye fısıldadım. “Teşekkürler ve yeniden görüşmek üzere.”

Antalya’ya döndüğümde, hastane koridorlarını arşınlarken, İzlanda’nın eşsiz ışığını, havamadaki kükürt kokusunu, şelalelerin gürültüsünü ve Kuzey Işıkları’nın sessiz dansını hatırlayacaktım. Ve belki de, bu anılar, bana en yoğun günlerde bile bir iç huzuru verecekti.

İzlanda, beni değiştirmişti. Ve bu değişim, Akdeniz’in sıcak ikliminde, hastalarıma ve sevdiklerime daha iyi bir doktor, daha iyi bir fotoğrafçı ve daha iyi bir insan olarak hizmet etmeme yardımcı olacaktı.

İçeriklerden Haberdar Olun!

Yeni eklenen içeriklerin mail adresinize gelmesini ister misiniz?

Bunlarda İlgini Çekebilir