Budapeşte’ye İlk Adım

Published On: Ekim 17, 201730,4 min readBy Categories: Gezi - Seyehat

Avrupa uçuşuma birkaç ay kala Pegasus Havayolları’nın inanılmaz bir kampanyasına denk gelmiş, düşünmeden Budapeşte’ye biletimi almıştım. O zamanlar tarih henüz çok uzaktaydı ama şimdiki gibi bir gün geleceğini bilerek heyecanla beklemiştim. İşte o gün geldi ve nihayet uçağım Budapeşte Ferenc Liszt Uluslararası Havalimanı’na indi. Havalimanının düzenli ve modern yapısıyla karşılaştım. Şehir merkezine 16 kilometre mesafede, oldukça ulaşılabilir bir konumdaydı. Terminalin içi geniş, aydınlık ve sade bir şekilde tasarlanmıştı. Pasaport kontrolü oldukça hızlı ilerledi ve bagaj alım alanı düzenliydi. Şehir merkezine ulaşım konusunda birçok seçenek vardı. Havalimanının hemen dışındaki otobüs durakları ve taksi hizmetleri, şehirle bağlantıyı kolaylaştırıyordu. Ben, otobüs ve metro kombinasyonunu kullanarak merkeze ulaşmayı tercih ettim. Yol boyunca, şehri ve tarihi dokusunu ilk kez görmenin heyecanını yaşadım. Bu havalimanı, Budapeşte’ye başlangıç için oldukça pratik ve keyifli bir giriş noktasıydı.


Kiraladığım Eve Varış

Booking.com üzerinden daha önce ayarladığım evi bulmak için birkaç durak sonra metrodan indim. Ev, şehrin tam kalbindeydi, Parlamento Binası’na ve Tuna Nehri’ne birkaç dakikalık yürüme mesafesindeydi. Eski bir apartmanın ikinci katında bulunan bu dairenin kapısında beni ev kiralama ofisinin çalışanı karşıladı. Güler yüzlü, sıcakkanlı bir kadındı ve beni içeri davet etti. Daire oldukça sade ama bir o kadar da sıcak bir atmosfere sahipti. Yüksek tavanlı odaları ve vintage mobilyalarıyla tipik bir Budapeşte dairesiydi. Valizimi bırakırken görevli, bana yakındaki restoranlar ve fotoğraf çekilecek yerler hakkında birkaç tavsiyede bulundu. Eşyalarımı hızlıca yerleştirdikten sonra dayanamadım ve fotoğraf makinemi kaptığım gibi dışarı çıktım.


Sokaklarda İlk Adımlar

Budapeşte sokaklarına ilk kez adım attığımda hissettiğim şey, zamanda bir yolculuğa çıkmış gibi olduğumdu. Tarihi binalar, Arnavut kaldırımlı dar sokaklar ve Tuna Nehri boyunca uzanan muhteşem manzaralar… İlk durağım, Zincir Köprü’nün (Széchenyi Lánchíd) olduğu yerdi. Altın saatlerde yakalanan ışık, fotoğraf için tam da aradığım sahneyi oluşturmuştu. Parlamento Binası’nın ihtişamlı duruşuna hayran kaldım. Yapının önünde birkaç fotoğraf çektikten sonra Özgürlük Meydanı’na doğru yürümeye başladım. Şehir, adeta her köşede fotoğraflanmayı bekleyen bir sanat eseri gibiydi. İnsanlar sakin, atmosfer huzur doluydu. Sokaklarda yürüdükçe bu şehrin sadece bir destinasyon değil, aynı zamanda bir hikâye olduğunu hissettim.


Devam Eden Macera

Eve dönerken aklımda bir sonraki günün planları vardı. Balıkçı Tabyası’nda (Halászbástya) gün doğumunu yakalamak ve Buda Kalesi’ni gezmek için erken kalkmayı planladım. Budapeşte’de geçireceğim bu iki günün her saniyesini dolu dolu yaşayacaktım. Şehir bana enerjisini vermişti; ben de o enerjiyi hissetmeye hazırdım. Budapeşte’ye attığım bu ilk adımla, zamanında aldığım o ucuz biletin hayatımda büyük bir anıya dönüşeceğini o an anlamıştım. Maceram henüz yeni başlıyordu.


Budapeşte’de Salaş Bir Yemek Durağı: Gulaşın Peşinde

Akşam saatleri yaklaştıkça Budapeşte’nin sokak lambaları birer birer yanmaya başladı, şehir bir başka güzellik kazandı. Gün boyunca çektiğim fotoğraflar ve gördüğüm manzaralar beni yormuş ama aynı zamanda müthiş bir iştah açmıştı. Karnım iyice acıkmıştı ve aklıma Budapeşte’ye gelmeden önce bir yerlerde okuduğum salaş, ama bir o kadar da meşhur bir lokanta geldi. İsmini hatırlamıyordum ama “Gulaş” dediniz mi, orayı herkes biliyor!


Meşhur Salaş Lokantayı Bulmak

Biraz araştırmayla bahsettiğim yerin adını öğrendim: For Sale Pub. Evet, işte orası! Tuna’nın Pest tarafında, Merkez Hali Binası’na çok yakın bir konumdaydı. Birkaç dakika yürüdüm ve burayı buldum. Dışarıdan bakıldığında loş ışıklarla aydınlatılmış, mütevazı ve biraz da dağınık bir yerdi. Tam bir salaş havası vardı; ama içeride neyle karşılaşacağımı bildiğim için heyecanla içeri girdim.


For Sale Pub’ın Eşsiz Atmosferi

Kapıyı açıp içeri adımımı attığımda başka bir dünyaya geçmiş gibi hissettim. Yerler samanla kaplanmıştı; evet, yanlış duymadınız, saman! Duvarlar, her biri farklı bir hikâye anlatan notlarla, kartpostallarla, küçük anılarla doluydu. Gelen ziyaretçiler, duvara kendi izlerini bırakmıştı. Masaların üzerinde devasa porsiyonlarda yemekler vardı; herkesin yüzü gülüyordu. Bu sıcak atmosfer, samimi sohbetlerle dolup taşıyordu.


Gulaş Siparişim ve Bekleyişim

Masama oturduktan sonra hiç tereddüt etmeden gelen garsona Gulaş siparişimi verdim. Gulaş, Macar mutfağının en ünlü yemeği ve kökenleri yüzyıllar öncesine, çobanların tencerede pişirdiği basit ama lezzetli bir yemeğe dayanıyor. Orta Avrupa’nın bu geleneksel yemeği, et, soğan, patates, kırmızı biber ve sarımsakla yapılan bir tür çorba ya da güveç. Ana malzemesi ise bol baharat ve özellikle tatlı ya da acı paprika. Gulaş, tarih boyunca Macar mutfağının temel taşı olmuş. 18. yüzyılda bile Budapeşte’nin köylerinde, tarlalarda çalışan insanlar için bir enerji kaynağıymış. Osmanlı’nın da etkisiyle baharat kullanımı artmış ve bugünkü haline evrilmiş.


Gulaşın Tadımı

Kısa bir bekleyişin ardından tabağım önüme geldi. Bu gulaş başka bir şeydi! Büyük bir kase içinde servis edilmişti ve yanında taze pişmiş bir dilim köy ekmeği vardı. Kaseden yükselen dumanla birlikte paprika kokusu o kadar cezbediciydi ki sabırsızlıkla ilk kaşığı aldım. Et, o kadar güzel pişmişti ki lokum gibiydi. Baharatların dengesi kusursuzdu; paprika, yemeğin ruhunu oluşturmuştu. Patatesler, yumuşacık bir kıvama gelmişti ama parçalanmamıştı. İçimi ısıtan bu gulaş, günün tüm yorgunluğunu silip süpürdü.


Lokantanın Detayları ve Ayrılışım

For Sale Pub’ın büyüsü sadece yemeklerinde değil, atmosferindeydi. Müşterilerin duvarlara yazdığı notlar arasında kaybolmak ayrı bir eğlenceydi. Kimisi seyahat anılarını paylaşmış, kimisi sadece adını bırakmıştı. Duvarda “Türkiye’den selamlar” yazan bir not bile gördüm ve gülümsemekten kendimi alamadım. Yemeğimi bitirdikten sonra o sıcak ortamdan ayrılmak zor oldu. Fakat Budapeşte’nin gecesini fotoğraflamak için biraz daha yürümek istiyordum. For Sale Pub’dan çıktığımda hafif serin bir hava vardı. Karnım tok, ruhum mutlu, şehirdeki keşfim devam ediyordu. Gulaş sadece bir yemek değil, Budapeşte’nin ruhunu anlamanın bir yoluydu. O akşam, Budapeşte ile aramızda bir bağ kurulduğunu hissettim.


Budapeşte’de Geceye Devam: Şarap ve Kale Yürüyüşü

For Sale Pub’dan çıkarken, hem karnım doymuş hem de Budapeşte’nin samimi atmosferiyle iyice mest olmuştum. Sokağa adım attığımda, gece tam anlamıyla kendini göstermişti. Tuna’nın kıyısından esen hafif rüzgar, şehrin loş ışıkları ve çevremdeki tarihi binalar, adeta bir film sahnesindeydim. Yavaş yavaş yürümeye başladım; bu şehirde geceye karışmanın tadı bir başka oluyordu.


Şarap İçmek İçin Meşhur Bir Salaş Mekâna Doğru

Akşam yemeği sırasında aklıma, daha önce bir arkadaşımın önerdiği ve salaş ama bir o kadar da meşhur olan bir şarap barı geldi: DiVino Wine Bar. Parlamento Binası’na doğru uzanan yol boyunca yürüdüm. Tuna’nın kıyısındaki ışıkların nehre vurduğu yansımaları izlemek ise ayrı bir keyifti. İnsanlar nehir kenarında oturmuş sohbet ediyor, köprülerden geçen arabaların sesleri şehrin melodisine eşlik ediyordu. DiVino Wine Bar’a vardığımda, dışarıdan çok da dikkat çeken bir yer değildi. Salaş, sıcak ve samimi bir ortam sunuyordu. İçeri girdim, etraf Macar şaraplarının isimlerini yazan kara tahtalarla doluydu. Garsona Macaristan’ın ünlü şaraplarından birini denemek istediğimi söyledim. Tokaji Aszú, dünyanın en eski tatlı şaraplarından biri olarak bilinir; ancak bu sefer tercihim daha kuru bir kırmızı şaraptan yana oldu: Egri Bikavér (namıdiğer “Boğa Kanı”).

Şarap ve Fotoğraf Anıları

Sipariş ettiğim şarap masama geldiğinde, rengi koyu bir yakut gibiydi. İlk yudumu aldığımda damağımda baharatlı, derin bir tat hissettim. Budapeşte’nin gece ritmiyle bu şarap inanılmaz bir uyum içindeydi. Yanımda getirdiğim MacBook’u çıkarıp gün boyunca çektiğim fotoğrafları aktarmaya başladım. Zincir Köprü’nün gün batımı ışıklarını, Parlamento Binası’nın altın rengi ihtişamını birer birer ekrana yansıttım. Fotoğrafların büyüsüne kapıldıkça, şaraptan birkaç yudum daha aldım. Yaklaşık iki saat boyunca orada oturdum; kimi zaman fotoğrafları düzenledim, kimi zaman ortamı izledim. Şarap ilerledikçe kafam biraz güzel olmuştu. Keyifli bir hafiflik hissiyle “Bu gece daha bitmedi,” dedim kendi kendime.


Kale’ye Doğru Yola Çıkış

DiVino’dan ayrıldığımda gece tamamen serinlemişti. Kale’ye (Buda Kalesi) gitmeye karar verdim. Şehrin gecesini uzun pozlama fotoğraflarla yakalamak istiyordum. Zincir Köprü’yü geçmek için yürümeye başladım. Köprünün üzerindeki ışıklar, Tuna Nehri’ne dökülüyor, yürüdükçe şehrin gece manzarası daha da etkileyici hale geliyordu. Buda tarafına geçtiğimde, Kale’ye çıkmak için bir alternatif aradım. Bir süre yürüdükten sonra Budavári Sikló adı verilen tarihi fünikülerle karşılaştım. Bu füniküler, Kale Tepesi’ne çıkmanın hem hızlı hem de nostaljik bir yoluydu. Biletimi aldım ve ahşap kabine bindim. Hafif bir sallantı eşliğinde yukarı doğru çıkarken, Budapeşte’nin ışıklarını seyretmek nefes kesiciydi. Her yükselişimde, Parlamento Binası’nın ve Tuna Nehri’nin manzarası biraz daha büyüleyici hale geldi.


Kale’de Gece Fotoğrafçılığı

Kale’ye vardığımda, gece çoktan şehri sarıp sarmalamıştı. Tripodumu kurdum ve uzun pozlama fotoğraflar çekmeye başladım. Balıkçı Tabyası’ndan Parlamento’nun ışıklarının suya yansıdığı manzara, adeta bir tablo gibiydi. Kale’nin taş duvarlarından yayılan hafif serinlik, şarabın verdiği sıcaklıkla birleşiyordu. Çektiğim fotoğraflar, Budapeşte’nin geceyi nasıl taşıdığını bir kez daha kanıtladı. Bu şehirde bir gecenin ne kadar dolu dolu geçebileceğini ilk kez deneyimliyordum. Şarap, fotoğraflar ve Tuna’nın gece ışıklarıyla bir araya gelen bu yolculuk, sadece bir geziden öte bir yaşanmışlığa dönüşmüştü. Budapeşte’nin hikâyesini kendi objektifimden yazmıştım.


Budapeşte’de Gecenin Büyüsü: Ulfajihu ile Karşılaşma

Buda Kalesi’nin taş zeminine tripodumu yerleştirmiş, uzun pozlama çekimlerime dalmıştım. Parlamento Binası’nın ışıkları Tuna Nehri’ne vuruyor, şehir, gece karanlığında bile sıcak ve canlı bir şekilde parıldıyordu. Tam bu sırada, birkaç metre ötemde bir kadın, yanındaki ekipman çantalarını yere koyarak hazırlanmaya başladı. İlk bakışta profesyonel olduğu her halinden belliydi. Yanında büyük bir tripod, devasa bir zoom objektifi ve harici ND filtreleri vardı. Tripodunun sabitliğini artırmak için kum torbaları bile getirmişti. İşini ciddiye alan biri olduğu her detaydan anlaşılıyordu.


Rose Şarap ve Bir Sohbetin Başlangıcı

Kadın, kurulumunu bitirdikten sonra çantasından bir şişe rose şarap çıkardı ve bana dönerek gülümseyerek bir kadeh ikram etti. O anki şaşkınlığımı gizleyemedim ama teşekkür ederek kabul ettim. Şarabı yudumlarken, ona gezi boyunca enerjimi korumak için yanımda taşıdığım atıştırmalık kuruyemişlerden ikram ettim. Bu küçük jest karşılıklı gülümsemelere ve ardından sıcak bir sohbete dönüştü. Adının Ulfajihu olduğunu söyledi. Portekizli bir fotoğrafçıymış ve GettyImages için çalışan Exclusive bir sanatçıymış. Bu, fotoğraflarının sadece Getty için çekildiği ve doğrudan yayımlandığı anlamına geliyordu. Gerçek bir profesyonel olduğu her hâlinden belliydi. Onunla tanışmak ve hikayesini dinlemek beni adeta büyülemişti.


Ulfajihu’nun Hikayesi: Afrika’dan Avrupa’ya Estetik Bir Yolculuk

Ulfajihu, Mozambik asıllı bir anne ve Portekizli bir babanın çocuğu olarak Lizbon’da doğmuştu. Annesi, genç yaşında Afrika’nın derinliklerinden Avrupa’ya göç etmiş, yaşam mücadelesi verirken tarihî ve kültürel estetiğe olan ilgisini korumayı başarmış bir kadındı. Ulfajihu, çocukken annesinin sahaflardan topladığı Afrika’nın dramını ve güzelliğini anlatan fotoğraflarla büyüdüğünü anlattı. Bu fotoğraflar, çoğunlukla 20. yüzyılın zor yıllarını anlatan, hem dramatik hem de estetik açıdan güçlü görüntülermiş. Annesi fotoğraf çekmezmiş ama bu topladığı fotoğraflarla, Ulfajihu’nun sanatsal bir bakış açısının gelişmesine katkıda bulunmuş. “Fotoğraf çekmeye başlamadan önce bile o karelerin içinde yaşıyordum.” demişti.


Felsefe ve Sanat Tarihi Yılları

Ulfajihu, üniversite eğitimi için gittiği Lizbon Üniversitesi’nde önce Felsefe okumuş ve ardından Sanat Tarihi üzerine doktora yapmış. Sanata dair kavramsal bir anlayış geliştirme isteği, onun fotoğrafa yaklaşımını derinleştirmiş. “Fotoğraf benim için sadece bir anı yakalamak değil, aynı zamanda bir hikaye anlatmak,” diyordu. Üniversite yıllarında ilk kamerasını aldığını ve Lizbon’un Arnavut kaldırımlı sokaklarında çekimler yaptığını anlattı. Zamanla, fotoğraf onun için bir tutkuya dönüşmüş. Bu tutkuyu, eğitiminden gelen sanatsal bakış açısıyla birleştirerek hem estetik hem de anlam dolu kareler çekmeye başlamış. Fotoğrafçılığıyla, annesinin onun için biriktirdiği o eski fotoğrafları adeta yeniden yaratmaya başlamış.


GettyImages ve Exclusive Oluşunun Hikayesi

Ulfajihu, mezuniyetinden sonra Portekiz’de çeşitli sergiler düzenlemiş. Özellikle bir sergisinde, Afrika kökenli bireylerin günlük yaşamlarını estetik ve güçlü bir şekilde yansıtan bir fotoğraf serisi büyük ilgi görmüş. Bu sergisini ziyaret eden bir fotoğrafçı sayesinde GettyImages ile tanışmış.

Getty Images: Profesyonel Fotoğrafçılığın Küresel Platformu

Getty Images, 1995 yılında Mark Getty ve Jonathan Klein tarafından kurulmuş, dünya çapında milyonlarca stok fotoğraf, video ve vektör görseli sunan bir platform. Yayıncılar, reklamcılar, medya kuruluşları ve yaratıcı profesyoneller için güvenilir bir kaynak olarak bilinir. Profesyonel fotoğrafçılar için ise sadece bir satış noktası değil, aynı zamanda küresel bir görünürlük sağlama alanıdır. Bu platformun dikkat çekici bir yönü, sadece sıradan görseller değil, yüksek kaliteli ve hikaye anlatma gücüne sahip karelere odaklanması. Getty Images, fotoğrafçılardan özel içerik talep eder ve özellikle “Exclusive” çalışan sanatçılarıyla bu çıtayı daha da yükseltir. Benim gibi fotoğraf tutkunu insanlar için, Getty, fotoğrafçılığın hem bir sanat hem de bir meslek olarak değer gördüğü bir yer.

Ulfajihu da bu platformun Exclusive fotoğrafçılarından biri olmuş. Onun bu platform aracılığıyla elde ettiği küresel görünürlük, Budapeşte’de çektiğimiz karelere bile yeni bir anlam kattı. Getty Images, sadece görsellerin satıldığı bir yer değil; hikayelerin anlatıldığı ve dünyaya yayıldığı bir köprü gibi. Getty için çalışmaya başladığında, fotoğraflarını yalnızca bir arşiv malzemesi değil, bir sanat eseri olarak değerlendiren bir perspektif geliştirmiş. “Exclusive” bir sanatçı olarak Getty’nin global projelerinde yer almış. Çektiği fotoğraflar, dünyanın dört bir yanındaki yayınlarda, dergilerde ve çevrimiçi platformlarda yayımlanmış. Afrika’dan Avrupa’ya uzanan hikayesini yansıtan her fotoğrafı, onun geçmişine ve kişisel estetik anlayışına bir gönderme sanırım.

Gecenin Büyüsü ve İki Fotoğrafçı

Ulfajihu’yla konuşurken, onun kamerasını nasıl ayarladığını izliyordum. ND filtrelerini objektifine yerleştirirken, geceyi nasıl uzun pozlama için mükemmel bir hale getirdiğini görmek beni hayran bırakmıştı. “Budapeşte’nin gece ışıkları, bir ressamın paletindeki renkler gibi,” diyordu. Onun bu sözleri, benim fotoğrafa bakışımı da etkiledi. O gece, hem kendi fotoğraflarımı çekip hem de onun hikayesini dinlemek, benim için unutulmaz bir deneyim oldu. Fotoğrafçılık, bizi farklı dünyalardan bir araya getiren ortak bir dil olmuştu. Ulfajihu’nun annesinden aldığı estetik miras, felsefe ve sanat tarihi eğitimiyle harmanlanarak onun her karesine yansıyordu. Gece ilerlerken, Budapeşte’nin soğuğunda şarabımızdan son birer yudum daha alıp, makinalarımızı toplamaya başladık.

Budapeşte’de Gece Biterken: Ulfajihu ile Dönüş Yolculuğu

Buda Kalesi’nde geçirdiğimiz gece, Budapeşte’nin büyülü atmosferi ve Ulfajihu’nun ilham veren hikayesiyle unutulmaz bir deneyime dönüşmüştü. Saatin geç olduğunu fark ettiğimizde, ertesi sabah gün doğumunu kaçırmamak için eve dönmeye karar verdik. İkimiz de aynı bölgede ev kiralamış olduğumuzu öğrenince, dönüş yolunda beraber taksiye binmek mantıklı geldi.


Taksiye Biniş ve Taksicinin Hikayesi

Kaleye yakın bir durakta bekleyen taksilerden birine yöneldik. Şoför, orta yaşlarda, Budapeşte’nin yerlisi olduğu hemen anlaşılan, neşeli biriydi. İngilizcesi akıcı değildi ama birkaç cümleyle bizi tanımaya çalıştı. Ulfajihu’yla sohbetimizi sürdürürken, şoför Tuna Nehri üzerindeki Zincir Köprü’den geçerken bize dönüp, “Burası gece bir başka güzeldir,” dedi. Gerçekten de öyleydi. Köprüden geçerken, Parlamento Binası’nın ve Buda Kalesi’nin ışıkları nehre yansıyordu. Taksici, köprünün hikayesini anlatmaya çalıştı. Zincir Köprü’nün, Budapeşte’yi Buda ve Pest olarak ikiye bölen Tuna’nın iki yakasını birbirine bağlayan ilk kalıcı köprü olduğunu söyledi. Kırık İngilizcesiyle anlattıkları, bize tarihi hissettiriyordu. Hatta köprünün bombalanıp sonra yeniden yapıldığını söylediği sırada, biz zaten manzaraya dalmış, fotoğraf çekmek için telefonlarımızı çıkarmıştık.


Old Town’a Geçiş

Köprüden geçtikten sonra taksi, dar sokakların arasında eski şehrin taş zeminlerinde ilerlemeye başladı. Ulfajihu ile evlerimizin olduğu bölgeye yaklaşırken, Budapeşte’nin sakin ama estetik dokusu daha da belirginleşti. Yoldaki sokak lambalarının altından geçerken, hafifçe sis çökmüş gibi duran sokaklar, fotoğraflarımızın bir sahnesi olabilecek kadar güzeldi. Taksici, birkaç dakika sonra bizi bıraktığında, her ikimiz de evlerimize gitmek için hazırdık ama aynı zamanda sabah gün doğumu için heyecanlıydık.


Vedalaşma ve Sabah Planı

Kapının önünde durup biraz konuştuk. Sabah için saatlerimizi ayarladık ama yine de birbirimizi WhatsApp’tan uyandırmaya karar verdik. “Sabah erken kalkmak bir fotoğrafçı refleksidir,” diye şakalaştım. Ulfajihu, “Ama birbirimizi uyandırmayı garantilemek iyi olur,” diyerek güldü. Son bir kez iyi geceler dileyip, o anki uykulu ama mutlu halimizi bir anı olarak bırakarak evlerimize ayrıldık. Kapımı kapatıp yatağıma uzandığımda, Budapeşte’nin tüm büyüsü zihnimde dönüp duruyordu. Ulfajihu’nun hikayesi, taksicinin anlattıkları ve köprünün geceki manzarası, bana bu gezinin her anının ne kadar kıymetli olduğunu hissettirdi.

Eve Girdiğimde Beklenmedik Misafirler

Eve girer girmez sabah için alarmımı kurdum mesaj atıp, “Hadi uyuyalım, sabah erken kalkacağız!” yazdım. Geceyi geride bırakmanın huzuruyla üzerimdeki ceketimi çıkarıp, salondaki büyük koltuğa uzandım. Günün yorgunluğu bedenimi hafifçe sarmış, ama bir yandan da gün içinde çektiğim fotoğrafları incelemek için sabırsızlanıyordum. MacBook’u masadan aldım ve dizime yerleştirip, fotoğraf makinemdeki dosyaları yedeklemeye başladım. Zincir Köprü’den Buda Kalesi’ne kadar o büyüleyici kareleri tek tek ekrana yansıtıyor, her bir detayı yeniden yaşıyordum. Bu şehirde bir başka güne başlamak için sabırsızlanıyordum.


İlk Hissediş

Tam o sırada, boynumda hafif bir kaşıntı hissettim. Gece boyunca açık havada kaldığım için sivrisineklerin iş başında olduğunu düşündüm. Çok üzerinde durmadan bir elimle kaşıyıp fotoğraflara geri döndüm. Ancak birkaç dakika geçmeden, bu sefer kolumda aynı kaşıntıyı hissettim. Yine aldırış etmedim. “Sivrisinekler Budapeşte’de de rahat vermiyor demek ki,” diye içimden geçirdim. Ama sonra kaşıntılar yoğunlaşmaya başladı. Hem boynumda hem de kollarımda daha belirgin bir rahatsızlık hissettim. Elimi kaşırken, derimin hafifçe kızardığını fark ettim. Bu durum artık canımı sıkmaya başlamıştı. Bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım.


Odanın Işığını Yakmak

Koltuğa yayılmış bir haldeyken doğruldum ve kaşıntının sebebini anlamak için odanın ışığını yaktım. Ne göreyim! O koskoca, eski koltuk yüzeyinde küçücük, kırmızımsı kahverengi böcekler hareket ediyordu. Gözlerime inanamadım. Koltuk tamamen tahta kurularıyla kaplanmıştı. Böcekler, koltuğun dikiş yerlerinden, kenarlarından, hatta minderlerin altından çıkıyordu. Sanki koltuk, bir anda yaşamaya başlamış gibiydi. Şaşkınlıkla yerimden sıçradım. O an paniğe kapıldım, çünkü bu küçük yaratıkların sadece kaşıntıya sebep olmadığını, aynı zamanda eşyalarıma bulaşma ihtimallerinin de olduğunu biliyordum.

Koltuktan Uzaklaşma ve Temizlik

Hemen koltuğun yanından uzaklaştım. Üzerimde hissettiğim kaşıntının iyice arttığını fark ettim. Elime telefonumla birlikte küçük bir el feneri aldım ve kendimi kontrol etmeye başladım. Kolumda birkaç tane daha küçük ısırık izi vardı ve bu izlerin etrafı hafifçe kızarmıştı. Anlaşılan, koltuktan kalkarken birkaç tane tahta kurusu da benimle birlikte hareket etmişti. O an aklıma ilk gelen şey, eşyalarımı kontrol etmek oldu. Kamera çantasını, MacBook’u ve diğer kişisel eşyalarımı hemen koltuktan uzaklaştırdım. Çantayı iyice inceledim ve şükür ki içinde herhangi bir hareketlilik görmedim.

Budapeşte’de Tahta Kurusu Krizi: Geceyi Kurtarma Planı

Ne yapacağımı düşünürken, oturduğum koltukta bir daha oturmanın mümkün olmayacağına karar verdim. Koltukta tahta kurularını gördüğüm anda hissettiğim şaşkınlık yerini hızla bir tiksintiye ve ardından sinire bıraktı. Durumun bu kadar rahatsız edici olacağını tahmin edemezdim. İlk iş olarak, evi bana teslim eden kişinin telefon numarasını aramaya karar verdim. Daha önce beni ne kadar hızlı yanıtladığını hatırlıyor ve bu sorunu hemen çözmesini bekliyordum.

Aramalar ve Sessiz Bir Telefon

Telefonu çaldı, çaldı… ama hiç kimse açmadı. “Tamam,” dedim kendi kendime, “Belki meşguldür.” Bu sefer WhatsApp üzerinden aramayı denedim. Çalıyordu, hatta karşı taraf çevrimiçiydi ama yine de cevap yoktu. Her aramadan sonra sinir katsayım biraz daha yükseldi. O an hissettiğim şey hem çaresizlik hem de yalnızlık hissiydi. Aramaların sonuç vermeyeceğini anlayınca durumu ayrıntılı bir şekilde yazmaya karar verdim. Mesajda olan biteni detaylıca anlattım: “Evin salonundaki büyük koltuk tamamen tahta kurularıyla kaplı. Isırıklar yüzünden kaşıntıdan duramıyorum. Tahta kurularından kurtulmak için eşyalarımı parkeden uzaklaştırmam gerekiyor. Bu durumun acilen çözülmesi lazım. Lütfen bir çözüm önerin ya da bu gece başka bir eve geçmemi sağlayın.” Gönder butonuna bastım ve cevap beklemeye başladım. Mesajım gönderildi, görüldü işareti belirdi. “Tamam,” dedim, “Şimdi cevap verecek.” Ama hiçbir şey olmadı. O an öfkem tavan yaptı. Çevrimiçi olduğunu görüyor, beni görmezden geldiğini biliyordum. Sanırım bu gece tahta kurularıyla baş başa kalacaktım.


Sabunla Savunma Hattı

Kendi kendime durumu kontrol altına almam gerektiğini söyledim. Sinirlenmek çözüm değildi. Hızla eşyalarımı toparlayıp, ahşap parkeden koridora doğru taşıdım. Koridorun zemini fayans kaplıydı ve böceklerin hareketini zorlaştıracak bir yapıya sahipti. Eşyalarımı güvenli bir alana almak için bir plan yapmam gerekiyordu. O sırada aklıma kampçılık yaptığım günlerden bir yöntem geldi. Çadırın etrafına sabun, tuz ya da benzeri bir bariyer oluşturduğumuzda, böceklerin geçmesini önleyebileceğimizi biliyordum. Hemen banyoya koştum ve sıvı sabunu kaptım. Fayans zemin üzerinde eşyalarımın etrafına bir daire çizecek şekilde sabunu sıktım. Daire tamamlandığında, bu bariyerin tahta kurularını uzak tutmasını umuyordum. Şimdi sıra uyuyacağım odaya geldi.

Yatak Odasına Çekilme

Yatak odasına geçtiğimde, buranın nispeten daha güvenli olduğunu fark ettim. Zemini laminant parke kaplıydı ve eşyalar yeniydi. Oda, salon gibi eski bir yapıya sahip değildi. Ancak tedbiri elden bırakmak istemiyordum. Odanın kapı girişine de aynı şekilde sabunla bir bariyer çizdim. Bu, gece rahat uyumamı sağlayacak küçük bir güvenlik önlemiydi. Yatak temiz görünüyordu ve üzerinde herhangi bir hareketlilik yoktu. Yine de üzerimde hissettiğim kaşıntılar yüzünden kendimi rahat hissetmiyordum. Ama başka çarem yoktu. Bir yandan salonun o eski koltuğundaki böcekler zihnimde dolanırken, bir yandan da bu geceyi nasıl atlatacağımı düşünüyordum.

Gecenin Sonunda

Yatağa uzandım ve derin bir nefes aldım. Telefonumu tekrar kontrol ettim, belki ev sahibi sonunda cevap vermiştir diye. Ama hayır, yine hiçbir şey yoktu. Bu sessizlik, canımı daha da sıkıyordu. “Sabah bu işi çözmek için daha iyi bir yol bulacağım,” diye kendimi telkin ettim. O an kendimi bir savaşçı gibi hissettim. Tahta kurularıyla bir geceyi hayatta kalarak geçirebileceksem, Budapeşte maceramın daha kötü bir kısmı olamazdı. Ve işte böyle, sabunla çizdiğim bariyerlerin arasında uykuya dalmaya çalıştım. Bu gece ne kadar garip olsa da, ileride anlatacak iyi bir hikayeye dönüşeceğini biliyordum.


Budapeşte’de Bir Sabah: Gün Doğumu, Şikayet ve Şarap Sürprizi

Geceyi sabun bariyerlerimin içinde geçirerek tahta kurularından uzak durmayı başardım. Ancak sabah güneş doğmadan, planladığımız gibi erkenden uyandım. Saat çaldığında hemen telefona sarılıp Ulfajihu’yu aradım. Neyse ki o da uyanmıştı. Hızla hazırlandım, fotoğraf makinemi ve ekipmanlarımı toparlayıp evden çıktım. Ulfajihu ile buluştuğumuzda, ikimiz de gün doğumunu kaçırmamak için sabırsızlanıyorduk. Bir taksi çağırıp Buda Kalesi’ne doğru yola koyulduk.


Kale’de Gün Doğumu Çekimi

Kale’ye vardığımızda, Budapeşte’nin sokak lambaları hâlâ yanıyordu, ancak ufukta ilk ışıklar belirmeye başlamıştı. Ekipmanlarımızı kurduk ve hızlıca pozisyon aldık. Gün doğumunun altın saatlerinde, hem fotoğraflar çektik hem de hızlandırılmış videolar kaydettik. Tuna Nehri’nin kıyısından Parlamento Binası’na kadar uzanan manzara, kelimenin tam anlamıyla büyüleyiciydi. Çekimler sırasında Ulfajihu’ya önceki geceyi ve tahta kurularıyla verdiğim mücadeleyi anlattım. Durumumu dinledikten sonra yüzünde beliren öfkeyi görmemek imkansızdı. “O ofisi biliyorum,” dedi. “Ben de aynı yerden kiraladım. İkimiz de oraya gidip durumu anlatmalıyız.” Dedi. Fotoğraf çekimini tamamladıktan sonra toparlanıp bu işi çözmeye karar verdik.

Finükülerle Kaleden İniş ve Köprüyü Geçiş

Ekipmanlarımızı topladıktan sonra, kaleden inmek için tarihi finüküleri kullandık. Hafif bir sallantıyla aşağı inerken, sabah ışıkları Tuna Nehri üzerinde oynamaya başlamıştı. O an, Budapeşte’nin gün doğumunda bile ne kadar estetik olduğunu bir kez daha düşündüm. Aşağı indiğimizde, Zincir Köprü’den yürüyerek karşıya geçtik. Hava serin ama canlandırıcıydı, nehrin üzerinde süzülen martılar ve köprüyü geçen birkaç araç dışında her şey sakindi. Köprüyü geçtikten sonra, şehirde e-scooter bulmak oldukça kolaydı. Ulfajihu ile birer scooter kiraladık ve tarihi sokakların arasından ofise doğru ilerledik. Rüzgarın yüzümüze çarpışı, sinirlerimizi biraz yatıştırmış gibiydi. Ancak ofise yaklaştığımızda, işlerimizin nasıl sonuçlanacağını merak ediyordum.

Ofise Varış ve İlk İzlenimler

Ofise vardığımızda, buranın dışarıdan oldukça eski ve salaş göründüğünü fark ettim. Eski bir apartmanın zemin katında, tamamen camekanla çevriliydi. İçeri adım attığımızda, gördüğüm manzara kaotik bir karmaşaydı. Dosyalar yığılmış, eşyalar gelişi güzel yerleştirilmişti. Masanın üzerinde yıllar öncesine ait gibi görünen bir bilgisayar ve yanına eşlik eden bir yazıcı duruyordu. Ve en dikkat çekeni: masanın köşesinde duran iki şişe şarap. O anda içimden geçen düşünce oldukça basitti: “Bu kadar eski ekipman ve düzensizlik içinde, gece yardıma ulaşmamış olmalarına şaşmamalı. Ayrıca sabah sabah şarap keyfi!” Bu fikri aklımdan geçirirken, orada bulunan bayana durumu anlatmaya başladım. Tahta kurularından bahsettim, telefonlarıma ve mesajlarıma cevap alamamış olmalarının beni nasıl zor durumda bıraktığını belirttim.

Çözüm ve Beklenmedik Jest

Bayan, tüm şikayetlerimi dikkatle dinledi. Ardından, başka evlerinin tamamen dolu olduğunu söyledi. Ancak, sorun nedeniyle hem 2 gecelik ev kiralama ücretimi iade edeceklerini hem de bu süre boyunca kalacağım otelin ücretini karşılayacaklarını ekledi. Ulfajihu ile göz göze geldik ve bu çözümü kabul etmeye karar verdik. Ne de olsa artık olay tatlıya bağlanmıştı.Tam ayrılmak üzereydik ki bayan nazik bir şekilde gülümseyerek, “Çok üzgünüz. Bu şarapları sizin için hazırladık. Eğer kabul ederseniz, mutlu oluruz,” dedi. O an, masanın üzerindeki şarap şişelerini gördüğümde aklımdan geçen düşünceler nedeniyle çok utandım. Sabahın bu saatinde içmeye başlamış olabileceklerini düşünmüş, önyargılı davranmıştım. Şişeleri kabul ettik ve teşekkür ederek ayrıldık.


Kruvasan ve Sıcak Süt Eşliğinde Kahvaltı

Kahvaltı için Budapeşte’nin ünlü kruvasancılarından À Table!‘a gittik. Burası, Fransız mutfağının lezzetlerini sunan ve taze pişmiş kruvasanlarıyla tanınan bir mekândı. Ahşap dekorasyonu ve samimi atmosferiyle, sabahın erken saatlerinde huzurlu bir ortam sunuyordu. Tereyağlı kruvasanlarımızı sıcak süt eşliğinde yavaşça tadarken, Ulfajihu’nun Avusturya’nın dağ köylerine yapacağı seyahati ertelemesini ve benimle iki gün daha Budapeşte’de kalmasını teklif ettim. Ofis, yaşattığı sorun nedeniyle otel masraflarım karşılanmıştı; bu fırsatı birlikte değerlendirebileceğimizi düşündüm. Teklifime içtenlikle sevindi ve kabul etti, ancak bir şartı vardı: “Bu iki gün boyunca fotoğraf çekmeyi bırakıp şehri yaşamayı ve gezmeyi kabul edersen,” dedi. Gülüştük ve önümüzdeki iki günün planlarını yapmaya başladık.


Otelimize Yerleşme

Konaklama için Novotel Budapest Danube‘da bir oda ayırtmıştık. Tuna Nehri kıyısında, Parlamento Binası’nın karşısında yer alan bu otel, muhteşem manzarası ve merkezi konumuyla dikkat çekiyordu. Modern ve konforlu odalarımızda kısa bir mola verdikten sonra, şehri keşfetmek üzere dışarı çıktık.

Şehri Keşfetmek

Ulfajihu ile birlikte Budapeşte’nin sokaklarında kaybolduk. Fotoğraf makinelerimizi bir kenara bırakıp, şehrin ritmini hissetmeye odaklandık. Váci Utca’da alışveriş yaptık, Central Market Hall’da yerel lezzetleri denedik ve Széchenyi Termal Hamamları’nda rahatladık. Akşamları, Tuna Nehri kıyısında yürüyüş yaparak şehrin ışıklarını izledik.

Yeni Bir Dostluğun Başlangıcı

Bu iki gün boyunca, Ulfajihu ile derin sohbetler ettik, kahkahalar paylaştık ve birbirimizi daha yakından tanıdık. Onun sanata olan tutkusu ve hayat hikâyesi beni etkiledi; benim seyahat maceralarım ise ona ilham verdi. Budapeşte’de başlayan bu dostluğun, gelecekte farklı şehirlerde ve maceralarda devam edeceğini biliyorduk.

Devamını başka maceralarda anlatacağım.

İçeriklerden Haberdar Olun!

Yeni eklenen içeriklerin mail adresinize gelmesini ister misiniz?

Bunlarda İlgini Çekebilir