Brezilya’ya Renkli Bir Yolculuk: Samba, Ritim, ve Beklenmedik Karşılaşmalar
Rio’da Renkli Bir Yolculuk: Samba, Ritim, ve Beklenmedik
Rio de Janeiro’ya olan ilgim, yıllar önce internette rastladığım bir samba videosuyla başladı. O coşku, o enerji ve arkada uzanan uçsuz bucaksız kumsal görüntüsü zihnime kazınmıştı. Aradan uzunca bir zaman geçti ve sonunda o videodaki şehrin ritmini bizzat hissetme fırsatını yakaladım. Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan da uzun bir uçuşla Brezilya’ya… Uzun bir yol olsa da içimdeki heyecanı hiçbir şey gölgeleyemezdi. “Sonunda o rüyadaki şehre ayak basıyorum,” diye düşündüm, “bakalım beni neler bekleyecek?”
Uçaktan İlk Adıma: Gümrük Memurunun Sempatik Sözü
Uçuşum sabah saatlerinde Rio de Janeiro’nun Galeão Havalimanı’na indi. Saat farkından dolayı biraz sersemlemiş hissediyordum ama heyecanım ağır basıyordu. “Uyku sersemliği de ne ki, ben Rio’dayım!” diye düşündüm. Pasaport kontrolüne ilerlerken, gümrük memuru İspanyolca’ya benzer bir Portekizce ile bana bir şeyler sordu. Tam ne dediğini anlamaya çalışırken, “Bem-vindo!” dedi gülümseyerek. Hoş geldin! Yorgunluğumu bir anda silen o gülümsemeyle, “Obrigado,” dedim. Teşekkürler. Pasaportuma damgayı bastıktan sonra, “Rio’da müthiş bir hafta geçirmen dileğiyle!” diyerek el salladı. “Bu ne kadar da içten bir karşılama,” diye düşündüm. “Sanki çok uzun zamandır bekliyormuş gibi.”
Havalimanından çıktıktan sonra, tropik bir esinti yüzüme çarptı. Havada, hafif nemin karışımıyla egzotik çiçeklerin keskin kokusu dans ediyordu. Mısır püsküllerine benzeyen palmiyelerin yaprakları hafifçe hışırdıyordu. Kulağıma çalınan Portekizce tınılar, sanki sıcak bir melodi gibiydi. Burası, gerçekten de farklı bir âlemdi. “Tam da hayal ettiğim gibi,” diye iç geçirdim, “renkler, sesler, kokular… Sanki başka bir gezegendeyim.”
Airbnb Macerası: Eski Apartman, Sıcakkanlı Ev Sahibi (Lapa’nın Ruhuna Giriş)Konaklamak için Lapa semtinde, biraz salaş ama tarihi bir binanın üçüncü katında bir Airbnb tutmuştum. Ev sahibi, Adriana adında orta yaşlı bir kadındı. Apartmanın dışı eski ve grafitiyle doluydu. “Umarım içerisi de dışı gibi değildir,” diye düşündüm, “biraz tedirgin oldum sanki.” Lapa’nın bu hali aslında onun ruhunu yansıtıyordu. Bir zamanlar Rio’nun gece hayatının kalbi olan, sanatçıların ve entelektüellerin buluşma noktası bu semt, günümüzde de bohem ve özgün atmosferini koruyordu. Başta biraz tedirgin olsam da binanın içine girer girmez kendimi Rio’nun tarihî bir sayfasına adım atmış gibi hissettim. Yapının yüksek tavanları ve ahşap merdivenleri, 1900’lerden kalma bir konağı andırıyordu. Ahşap parkenin serinliği ayaklarımın altında hoş bir his bırakıyordu.
Adriana, kapıyı kocaman bir gülümsemeyle açtı. İngilizcesi çok iyi değildi ama beden diliyle her şeyi anlatıyordu. “Olá!” dedi, hoş geldin der gibi. Ben de gülümseyerek “Merhaba,” dedim. Evin küçük ama sıcacık bir balkonu vardı. “Burası tam kafa dinlemelik,” diye düşündüm, “sokakları izlemek ayrı bir terapi.” Oradan Lapa sokaklarının karmaşasını izlemek, ayrı bir keyifti. Tamamen ahşap parkeli salon ve beyaz keten koltuklar beni şaşırttı; dışarıdan beklenmeyecek kadar bakımlı ve temizdi içerisi. Kısaca eşyalarımı yerleştirdim; ardından Adriana, “Acıktın mı?” diye sordu. Birlikte dışarı çıkıp öğlen yemeği yiyeceğimizi söyledi. “Daha ilk dakikadan yerel lezzetleri tadacağım, harika!” diye içimden geçirdim.
Yerel Para ve Hızlı Matematik
Dışarı çıkmadan önce, birkaç sokak ilerideki bir döviz bürosunda Euro’larımı Brezilya Reali’ne (BRL) çevirmem gerekti. Danışmadaki görevli, kur oranını tahtaya tebeşirle yazmıştı. “Umarım doğru hesaplıyorumdur,” diye düşündüm, “Rio’da para harcamak kolay olacak gibi.” Hızlıca kafamda matematik yaparak cebimdeki para miktarını hesapladım. Rio’nun fiyat ortalamasını bilmiyordum ama Adriana’nın rehberliğine güvenerek “bir şekilde” idare ederim diye düşünüyordum. Döviz bozdurma işini halledince, artık şehrin kalbine dalma vaktim gelmişti. “Hazırım Rio, göster kendini!” diye içimden haykırdım.
Lapa Sokaklarında İlk Keşif ve Ünlü Merdivenler (Lapa’nın Sanat ve Müzik Dolu Kalbi)
Adriana ile birlikte Lapa sokaklarını dolaşmaya başladık. Cıvıl cıvıl grafitilerin eşlik ettiği dar sokaklarda, müzik sesi neredeyse her köşeden duyuluyordu. “Bu sokaklar birer sanat eseri gibi,” diye düşündüm, “her köşede bir sürpriz var.” Lapa, sadece binalarıyla değil, sokak sanatıyla da ünlüydü. Duvarları süsleyen grafitiler, Rio’nun modern sanat sahnesinin bir parçasıydı. Sokaklardan yükselen baharat kokuları, taze meyvelerin tatlı rayihası havayı sarıyordu. İlk durağımız, meşhur Selarón Merdivenleri oldu. Bu merdivenler, Şilili sanatçı Jorge Selarón’un dünya ülkelerinden topladığı renkli seramiklerle kaplanmıştı. Bu merdivenler, Selarón’un hayatının büyük bir kısmını adadığı bir projeydi. Farklı kültürleri bir araya getirme, dünyayı tek bir sanat eseri haline getirme tutkusunun bir sembolüydü. Seramiklerin pürüzlü dokusu parmak uçlarıma çarparken, her bir parçanın ayrı bir hikayesi varmış gibi hissediyordum. “Türkiye”yi temsil eden minik bir seramik parçası gördüğümde, gururla gülümsedim. “İşte benim memleketim,” diye düşündüm, “burada da bir izimiz var.” Adriana, “Bak, burası senin ülken!” dedi gülümseyerek. Etrafımızda turistler fotoğraf çekiyor, kimileri merdivenlerin başında gitar çalıyordu. Renkler, sesler ve kocaman bir kalabalık… Enerjisi gerçekten benzersizdi. “İşte Rio’nun özeti,” diye iç geçirdim, “tam da beklediğim gibi.”
Akşam Yemeği: Feijoada ve Bira
Öğleden sonrayı atıştırmalıklarla geçirdikten sonra, akşam yemeğinde Adriana beni geleneksel bir “boteco”ya götürdü. “Boteco da ne ola ki?” diye içimden merak ettim. Boteco, Brezilya’nın yerel meyhane/kafe karışımı mekânlarına deniyor. Bu mekanlar, genellikle basit ve samimi bir atmosfere sahipti. Burada insanlar toplanır, sohbet eder, bir şeyler içer ve geleneksel yemekleri tadardı. İçerisi, ahşap masalar ve nostaljik fotoğraflarla doluydu. Ahşabın hafif nemli kokusu, eski zamanların anılarını canlandırıyordu. Elimde menüye bakarken Adriana, “Feijoada” yemem gerektiğini söyledi. “Feijoada mı, o da ne?” diye düşündüm. Feijoada, kara fasulye ve etin uzun süre pişirilmesiyle hazırlanan bir Brezilya yemeği. Bu yemek, Brezilya mutfağının en önemli lezzetlerinden biriydi. Yanında pirinç, kızarmış muz (banane frita) ve yeşilliklerle servis ediliyordu. Feijoadanın zengin, doyurucu kokusu midemi harekete geçirdi. Kara fasulyenin topraksı tadı, etin tuzlu notaları, pirincin hafif tatlılığı ve kızarmış muzun o eşsiz lezzeti ağzımda tam bir şölen yarattı. Bolca protein ve enerji! Buna eşlik etmesi için de buz gibi bir “Cerveja” (bira) söyledik. “İyi ki geldim buraya,” diye düşündüm. Biranın soğukluğu boğazımdan aşağıya inerken, günün yorgunluğunu alıyordu. “Tam bir şölen,” diye düşündüm, “hem gözüm hem de midem bayram etti.” Yemek, hem göze hem de damağa hitap eden bir şölen gibiydi. Sıcak Rio akşamında, bu ziyafetle mest olmuştum.
Samba Gecesi ve Tanıştığım İtalyan Fotoğrafçı
Yemeğin ardından Adriana, “Hazır mısın? Asıl Rio şimdi başlıyor,” dedi. “Eyvah, şimdi ne olacak?” diye içimden geçirdim. Kendimi Lapa kemerlerinin altındaki hareketli kalabalığın içinde buldum. Lapa kemerleri, geçmişte su kemerleri olarak kullanılmış, şimdi ise Rio’nun gece hayatının simgesi haline gelmişti. Açık havada kurulan sahnelerde samba müzikleri yankılanıyor, insanların kahkahaları ve dans figürleri tüm geceyi aydınlatıyordu. Sambanın ritmi, kalbimin atışıyla uyum sağlıyordu. Sokak satıcıları “caipirinha” (Brezilya’ya özgü lime ve şeker kamışı alkolüyle yapılan kokteyl) satıyordu. Caipirinha’nın ekşimsi, tatlı ve ferahlatıcı kokusu havada dans ediyordu. O kadar coşkulu bir ortamdı ki, istemeseniz bile ayaklarınız ritme eşlik ediyor. “Bu ritme karşı koymak mümkün değil,” diye düşündüm, “kendimi müziğe bırakıyorum.” Samba, Brezilya’nın ruhunu yansıtan, coşkulu ve enerjik bir müzik türüydü. Adriana beni bir dans grubuyla tanıştırdı ve anında öğrendiğim birkaç samba figürünü denemeye başladım. Sağımda solumda, her milletten insan vardı.
Tam bu sırada omzuma ufak bir dokunuş hissettim. “Kim o?” diye içimden merak ettim. Elinde kocaman bir DSLR kamera taşıyan biri yanıma gelmiş, gülümseyerek “Merhaba” dedi. Şaşırdım çünkü İtalyan aksanıyla İngilizce konuşuyordu. “Ciao! Ben Antonio,” dedi. Adının Antonio olduğunu, GettyImages için fotoğraf çektiğini öğrendim. “Fotoğrafçı ha? Ne ilginç bir tesadüf,” diye içimden geçirdim. Daha önce Budapeşte’de de çekimler yapmış ve şimdiyse Rio’nun karnaval ruhunu yansıtan karelerin peşindeymiş. Dans eden kalabalığın arasından geçerken, “Peki, burayı fotoğraflamayı mı düşünüyorsun?” diye sordum. “Elbette, her köşesinde ayrı bir hikaye var,” dedi Antonio gülümseyerek. “Peki yarın nereleri çekeceksin?” diye sordum. O da ertesi sabah Copacabana ve Ipanema plajlarına gideceğinden bahsetti. Ben de “Belki sabah orada karşılaşırız?” diye espri yaptım. “Kim bilir, belki bir gün beraber bir proje yaparız, Rio’nun renklerini tüm dünyaya yansıtırız,” dedi gülerek. “O da ne sürpriz olur,” diye kendi kendime güldüm.
Geceyi Sonlandırmak Üzereyken: Arjantinli Müzisyenlerle Tesadüf
Samba gecesi bitmeye yakın, Adriana eve dönmek istedi. Yorgunluktan bitap düştüğümü hissetsem de ortamı bırakmak kolay değildi. “Daha çok erken, sanki daha yeni ısındım,” diye düşündüm. Tam bu sırada, köşe bir sokakta kulaktan dolma İspanyolca ile “Vamos a tocar!” (Çalacağız!) diyen bir grup insan dikkatimi çekti. Kısa boylu, neşeli bir adam, elindeki gitara vurmaya başladı. Yanında genç bir kadın elinde küçük bir davul, ötekiyse flüt çalıyordu. Gitarın telleri titrerken, flütün narin melodisi ve davulun ritmik vuruşları birbirine karışıyordu. Yaklaşıp “Siz nerelisiniz?” diye sorduğumda, “Buenos Aires’den geldik, turne bitince Rio’ya uğrayıp biraz sokak müziği yapalım dedik,” diye cevap verdiler. “Buenos Aires mi? Ne şanslıyım ki onları da gördüm,” diye iç geçirdim. Arjantinli bu müzisyenler, samimi bir şekilde beni aralarına davet ettiler.
Bir anda kendimi, elime tutuşturdukları marakaslarla ritim tutarken buldum. Marakasların içindeki tohumlar, avuçlarımın içinde dans ediyordu. Sokaktan geçenler yanımıza katıldı. On beş-yirmi dakikalık bu minik “konser” bittiğinde birbirimize sarıldık. Ben de “Türkiye’ye gelirseniz haber verin, Antalya sahillerinde de çalarsınız,” dedim. Gözlerinde bir heyecan kıvılcımı belirdi, “Neden olmasın?” diye cevap verdi adam gülerek. İletişim bilgilerimizi paylaştık. “Kim bilir, belki bir gün Antalya’da da buluşuruz,” diye düşündüm.
İstenmeyen Sürpriz: Bilgisayar Çantası Derdi
Gece neredeyse üçe yaklaşırken, eve dönmeye niyetlendim. Adriana çoktan uyumuştu. Kendimi odama atıp günü özetleyen birkaç satır yazmak istedim. Ancak, dizüstü bilgisayar çantamın fermuarının bozulduğunu fark ettim. “Şimdi nereden çıktı bu?” diye panikledim. Çantanın içine baktığımda şarj aletim ve yedek hafıza kartlarım biraz dağılmıştı. Neyse ki eksik bir şey yoktu. Ama fermuar tamamen kopmuştu. “Ya sabah Copacabana’ya gideceğim, yanımda bu çantayı nasıl taşıyacağım?” diye dertlenmeye başladım. “Sanki maceralar bitmiyordu,” diye iç geçirdim. Tamirci bulmak için sabahı beklemek zorundaydım. Bu ufak sıkıntı moralimi bozsa da gülüp geçtim, “Rio’da ufak bir aksilik, normaldir.”
Copacabana’da Beklenmedik Karşılaşma (Copacabana’nın Işıltılı ve Enerjik Plajı)
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber, Copacabana Plajı’na ayak bastım. Kumsal tertemiz, dalgalar bir o kadar canlıydı. “İşte Rio’nun meşhur plajı,” diye düşündüm, “gerçekten de fotoğraflardan daha güzel.” Copacabana, sadece Rio’nun değil, tüm dünyanın en ünlü plajlarından biriydi. Uzun kumsalı, meşhur kaldırımları ve enerjik atmosferiyle her zaman canlıydı. Ayaklarımın altındaki sıcak, ince kum taneleri, tenime değdikçe keyif veriyordu. Denizden gelen tuzlu esinti, yüzüme çarpıyordu. İnsanlar plaj voleybolu oynuyor, koşuya çıkmış yerel halk sabah esintisini içine çekiyordu. Ben de ayakkabılarımı çıkarıp kumlarda yürürken bir yandan da fotoğraf çekiyordum. Daha önce gördüğüm fotoğraflar ne kadar etkileyici olsa da gerçeğinin çok daha büyüleyici olduğunu anlamam uzun sürmedi. Altın renkli kum, masmavi deniz ve palmiye ağaçlarının eşliğindeki hafif rüzgâr, şehre dair ilk hissimin “özgürlük” olmasını sağladı. Otelden çıkar çıkmaz yaptığım bu sabah yürüyüşü, tüm yorgunluğumu alacak gibiydi. “Bu sabah yürüyüşü bana iyi geldi,” diye iç geçirdim.
Tam sahil boyunca yürürken, ritmik bir samba müziği duydum. “Samba yine beni çağırıyor,” diye düşündüm. Bir grup Brezilyalı genç, plajda voleybol oynuyor, sahne arkasındaysa ufak bir ses sisteminden samba melodileri yükseliyordu. Müziğin ritmi, kalbimin atışıyla birleşiyordu. İzlemenin verdiği keyfe dalmışken, omzuma hafifçe dokunan biri beni kendime getirdi:
“Pardon, yardımına ihtiyacım var. Kamera çantam kayboldu!”
Diyen, heyecanlı ve biraz da panik hâlindeki kişi adını sonradan öğreneceğim Livia idi. Orta boylu, kıvırcık saçlı ve gözlerinde tedirginlik olsa da bakışlarında inatçı bir azim göze çarpıyordu. “Kim bu telaşlı kız?” diye merak ettim. Çantasını plajdaki kalabalıkta bir yere bıraktığını, döndüğünde bulamadığını söyledi. “Ne demek kayboldu? Nasıl olur?” diye sordum endişeyle. Beraberce sahil boyunca aradık, etraftaki büfecilere sorup durduk. “Umarım buluruz,” diye içimden dua ettim.
Bu arayış sırasında kısa sürede kaynaştık. Rio’lu olduğunu ancak Sao Paulo’da yaşadığını, birkaç günlüğüne evini özlediği için geldiğini anlattı. “Ben Livia,” dedi gülümseyerek. “Ben de… Neyse, boşver. Antalyadan geldim,” dedim gülerek. Ben ise Antalya’dan geliş hikâyemi, Rio’da neler yapmak istediğimi özetledim. Livia’nın gözlerindeki panik, azar azar yerini hafif bir rahatlamaya bıraktı. “Galiba ikimizin de bir hikayesi var,” diye düşündüm. Artık tek hedefimiz çantasını bulmak olsa da aradığımız sonuç gelmedi.
Polise gidip rapor tutturmamız gerekti. Livia, “Çantada 3 farklı lens ve mesleğime dair notlarım vardı. Nasıl bulacağım şimdi!” diyerek kaygıyla iç geçirdi. “Gerçekten çok üzgün,” diye içimden düşündüm.
Akşamüstüne doğru yorgunluktan bitap düştük. Polis merkezi dönüşünde, Copacabana’daki ufak bir kafede soluklandık. Livia’nın kayıp çantasının peşinde ilk günden başlayan bu macera, aslında Rio’daki sonraki günlerimde beklenmedik olayların habercisi olacaktı. “Sanki kader bizi bir araya getirdi,” diye düşündüm.
İsa Heykeli ve İlk Aksiyon (Cristo Redentor’un Sembolik Yükselişi)
Ertesi sabah, Rio’nun en ünlü simgesi olan İsa Heykeli (Cristo Redentor) ziyaretim için erkenden yola çıktım. Livia’ya gün boyu benimle gelmesini teklif ettim. “Belki biraz iyi gelir,” dedim, “hem belki çantasını çalanı da yakalarız.” Hem kafasını dağıtacak hem de belki çantasını çalan kişiyle ilgili bir ipucu bulma şansı olurdu (pek mantıklı gelmese de umudu tükenmemişti). “Belki bir de bu açıdan bakmalıyız,” diye içimden düşündüm. Nihayetinde kabul etti. İsa Heykeli, Corcovado Dağı’nın zirvesinde, kollarını açmış bir şekilde Rio’ya bakıyordu. Bu heykel, sadece bir dini sembol değil, aynı zamanda Rio’nun da bir sembolüydü. Dağa tırmanırken ciğerlerime dolan temiz hava, içime ferahlık veriyordu.
Trenle Corcovado Dağı’na tırmanırken, manzara nefes kesiciydi: alabildiğine yeşillik, aşağıda kıvrılan şehir sokakları, ufukta masmavi Atlas Okyanusu… “Bu manzara karşısında insanın nutku tutuluyor,” diye iç geçirdim. Tepede, kollarını açmış İsa Heykeli’nin altında, Rio’yu kuşbakışı izlemek insana tarifi zor bir özgürlük hissi veriyordu. Ancak kalabalık da hatırı sayılır derecede çoktu. “Bu kalabalıkta dikkatli olmak gerek,” diye içimden düşündüm. Livia’yla selfie çekerken arkamızda bir kargaşa patlak verdi.
Bir grup turistin bağırışı, ardından korumaların çabuk adımlarla oraya yönelmesi… Bir yankesici, sırt çantası çalmaya kalkışmış. Livia buna şahit olunca büyük bir öfkeyle koşup adama çıkıştı, “Ne hakkın var insanların eşyasını çalmaya!” diye bağırdı. Kızgınlığı belki de kendi çantasının kaybından dolayı katlanmıştı. “O kadar öfkeli ki,” diye düşündüm, “sanırım kendi çantasının acısı da var bunda.” Kısa süreli bir arbede yaşandı. Neyse ki korumalar durumu kontrol altına aldı. Livia’nın bu cesur müdahalesi gören herkesi şaşırttı. Adrenalinle atılan kalplerimiz, İsa Heykeli’nin huzurlu atmosferine tezat oluşturuyordu.
O an fark ettim ki Livia’nın hayatında sadece çantası değil, belki başka şeyler de yolunda gitmiyordu. Yüzündeki öfke, belki geçmişte yaşadığı başka sorunların dışavurumuydu. “Livia’nın hikayesi daha derin olmalı,” diye düşündüm. O gün, ikimiz de farkında olmadan bir tür bağ kurmuştuk.
Dramatik Yüzleşme ve Kurtarma
Öğle saatlerine doğru Lapa bölgesine geçtik. Liva, “Kameram yoksa da sokakları kaydedebilirim,” diyerek not defterine hızlıca eskizler çizmeye başladı. “Livia pes etmiyor,” diye düşündüm, “tam bir savaşçı ruhu var.” Renkli grafitiler, tarihi kemerler, samba ritimlerinin sokakları doldurduğu bir karmaşa… Lapa her zamanki gibi canlıydı.
Tam Selarón Merdivenleri’ne doğru yürürken bir ses Livia’yı çağırdı: “Senin ne işin var burada?” Döndüğümüzde genç bir adam gördük, Livia’nın eski erkek arkadaşı olduğunu anladım. “Bir de eski sevgilisi mi çıktı?” diye düşündüm. Aralarında sert bakışmalar, belli ki çözülmemiş meseleler vardı. “Felipe?” dedi Livia, şaşkınlıkla. “Evet benim. Buraya kadar gelmişsin demek,” dedi adam öfkeyle. Adının Felipe olduğunu öğrendiğim bu adam, Brezilya’nın kuzeyinden geldiğini, zamanında Livia ile fırtınalı bir ilişki yaşadığını anlattı. Livia ise ona “Rio’ya geldim, çünkü evim burası. Seni görmek için değil,” diyerek sertçe cevapladı. “Bu tartışma hiç hoş olmayacak gibi,” diye iç geçirdim.
Gerilim yükseldi, Felipe öfkeyle “Çantayı ben almadım!” diye bağırdı. Meğer Livia, çantasının kaybolmasından bir an onun sorumlu olabileceğini düşünmüş. Daha da kötüsü, Felipe’nin “intikam almak amacıyla” peşinde olduğunu hayal etmiş. “Bu ne karmaşık bir ilişki,” diye düşündüm. Aralarında tartışma büyüdü. Ancak Felipe’nin tavırlarından gerçekten çalmak gibi bir şey yapmadığı anlaşılıyordu. Söz düellosu giderek sertleşirken, aniden yoldan geçen bir motosikletli, Livia’nın elindeki telefonu kapmaya kalktı. O an refleksle atılıp motosikletliyi engellemeye çalıştım. “O da neydi öyle?” diye düşündüm. Motosikletli sendeledi, yere düşecekti ki arka sokaktaki kalabalık bağırarak oraya yöneldi. Motosikletli paniğe kapılıp gazlayarak kaçtı.
Kırık dökük anlarda bile, Livia’nın gözünde hem korku hem minnet bir arada belirdi. “Sanırım ona iyi bir iyilik yaptım,” diye içimden geçti. Birkaç saniyede yaşadığımız şoktan sonra Felipe dahil hepimiz soluğu yakındaki bir kafede aldık. Adrenalin tavan yapmıştı. Bu olay Livia ile Felipe’nin uzun zamandır biriktirdiği öfkeyi kısmen hafifletmiş gibi oldu. Ardından ikisi de biraz sakinleşip konuşmaya giriştiler. Ben ise onları kendi hâllerine bıraktım. “Onlara biraz zaman tanımak gerek,” diye düşündüm. O sırada bir ses duydum: “Hey, seni dün gece Lapa’da görmüştüm!” döndüm baktım, Antonio! “İşte bu da bir tesadüf,” diye gülümsedim. Elinde fotoğraf makinesiyle kumsaldan kareler yakalıyordu. Kısa bir selamlaşma sonrası kahve içmeye karar verdik. “Olaylar olayları kovalıyor,” diye içimden geçirdim. Bir kafede oturduk, ben meyveli bir smoothie sipariş ettim, o ise sade kahve aldı. “Kahveye ne dersin?” diye sordu. “Olur, iyi gider,” diye cevapladım. Antonio, Rio’nun Lapa gecelerini fotoğraflamanın ne kadar renkli ve zorlu olduğunu anlattı. Özellikle karnaval döneminde her köşe başında bir hikâye yakalamak mümkünmüş. Ben de Antalya’dan, deniz kum güneş üçlüsünden, farklı kültürleri tanıma isteğimden bahsettim. Ufak bir kahkaha eşliğinde, “Belki bir gün Türkiye’ye de gelirim, Pamukkale ve Kapadokya’yı merak ediyorum,” dedi. “Antalya’da sizi ağırlarım,” diye karşılık verdim. Telefonlarımızı değiştik. “Belki gerçekten de bir gün karşılaşırız,” diye düşündüm. Ayaküstü, belki ilerde fotoğraf projelerinde buluşabileceğimizi konuştuk. “Kim bilir, belki birlikte bir şeyler çekeriz, sen hikayeler yazarsın, ben kareler yakalarım,” dedi gülümseyerek.
Sugarloaf Dağı ve Bir Veda (Pão de Açúcar’ın Panoramik Manzarası)
Sabaha karşı uyanınca Rio’da son günüm olduğunu fark ettim. Şehir o kadar yoğun anılarla beni sarmalamıştı ki vakit akıp gitmişti. “Nasıl da çabuk geçti zaman,” diye hayıflandım. Planım Sugarloaf Dağı (Pão de Açúcar) teleferiğine binip, o eşsiz manzarayı hafızama kazımaktı. Sugarloaf Dağı, Rio’nun bir diğer ünlü simgesiydi. Teleferikle çıkılan iki ayrı tepeden oluşuyordu ve muhteşem şehir manzaraları sunuyordu. Teleferiğin hafif sarsıntıları ve kabinin içindeki serin esinti, heyecanımı artırıyordu. Livia mesaj atıp “Bugün benimle gelir misin?” diye sordu. “Sanırım yardımıma ihtiyacı var,” diye düşündüm. Felipe ile barışma ya da tamamen ayrılma kararını vereceklermiş. “Yanımızda olur musun?” diye rica etti.
Öğleye doğru Sugarloaf’a giden teleferik kabinine bindik. Kabin yükseldikçe, Rio’nun kartpostal gibi manzarası gözler önüne seriliyordu: yemyeşil dağların arasından uzanan sahiller, gökyüzüyle bütünleşen okyanus, tepelerde küçük favelalar… “Manzara muhteşem,” diye düşündüm, “Rio’ya veda ederken unutulmaz bir anı.” Büyülenmemek mümkün değildi. Livia ile Felipe, kabinin kenarında uzun uzun konuştular. Konuşma bitip teleferikten indiğimizde, Felipe’nin yüzünde buruk bir gülümseme, Livia’nın gözlerinde ise yaşlar vardı.
“Bu kez gerçekten yollarımız ayrılıyor,” dedi Livia sessizce. “Felipe’ye haksızlık ettiğimi anlamam için böyle bir macera gerekiyormuş. Ama onunla olmak istediğimden artık emin değilim.”
“Livia’nın kafası çok karışık,” diye düşündüm. Felipe vedalaşırken, “Kendine dikkat et,” dedi. İkisinin bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilmiyordum; ama bu sahne, Rio’daki dramatik ilişkilerin bir yansımasıydı.
Ben ise teleferik istasyonunun terasında kaldım. Livia, hüznünü atlatmak için başka bir arkadaşıyla buluşmaya gitti. Güneş batarken, Rio’ya son kez yukarıdan baktım. “Elveda Rio, sen muhteşem bir şehirdin,” diye içimden fısıldadım. Etrafımda koca bir şehir ve sayısız insan hikâyesi… Yüreğimdeyse dört günde yaşadığım aksiyon, tanıştığım insanlar ve dramatik yüzleşmelere tanık olmanın ağırlığı.
Şanssızlık: Tahta Kurusu Tehlikesi Olmasa da…
Rio’daki Airbnb evimde Budapeşte’deki gibi bir “tahta kurusu” krizi yaşamadığıma şükrediyordum. Aklımda, daha önceki seyahatlerimdeki böcekli koltuk kabusları canlandı. “O anlar hala gözümün önünde,” diye düşündüm. Neyse ki Adriana’nın evinde gayet hijyenik ve sakin bir ortam vardı. Yine de yedek plan olarak, konaklama ofisine yakın bir apart otele göz koymuştum: “Her ihtimale karşı, paramı iade etmezlerse veya evde sorun çıkarsa orada kalırım,” diye düşünüyordum. Ama Rio beni korktuğum konularda değil, hep güzel sürprizlerle karşıladı. “Rio beni şaşırttı,” diye iç geçirdim.
Küçük Bir “Uyandırma” Sürprizi: Mahalle Pazarı
Lapa semtinin bir özelliği, haftanın belirli günlerinde kurulan renkli bir mahalle pazarıymış. Ertesi gün sabahın erken saatlerinde, kulaklarıma davul ritimlerini andıran bir ses geldi. “Bu ses de nereden çıktı?” diye merak ettim. Balkonun perdesini araladığımda, sokağın alt ucunda tezgâhlar kurulmuş, meyveler, sebzeler, baharatlar, küçük el işi takılar… Tüm bunların yanı sıra, küçük bir Samba grubu da canlı canlı sokak aralarında müzik yapıyordu. Pazardan yayılan taze meyve ve baharat kokuları, beni adeta büyülüyordu. “Rio’da her an bir sürpriz,” diye güldüm kendi kendime. Güne dans ve davul sesiyle başlamak, bana “Evet, Rio’dasın” hissini sonuna kadar yaşattı.
Pazarı dolaşırken bir tezgahtan tropikal meyveler aldım. Adını bile bilmediğim bazı meyveleri satıcı, “Denemelisin, çok tatlıdır,” diyerek elime tutuşturdu. “Bu meyve ne?” diye sordum. “Jaca,” dedi gülümseyerek. Meyvelerin sert kabukları ve içlerindeki sulu, tatlı özleriyle bambaşka bir deneyim yaşattılar. “Bu meyvelerin tadı bir harika,” diye düşündüm. Gerçekten de Rio’nun topraklarında yetişmiş bu meyveler bambaşka bir aromaya sahipti. Orada tanıştığım bir çift, Guatemala asıllıymış ve Rio’da yoga eğitimi verdiklerini anlattı. “Bu şehir insanın enerjisini yükseltiyor,” dediler. Katılmamak elde değildi. “Gerçekten de bu şehrin bir enerjisi var,” diye iç geçirdim.
Veda ve Yeni Başlangıçlar
Rio’daki son gecemde Adriana, evde küçük bir parti düzenledi. “Ne kadar da düşünceli,” diye düşündüm. Komşuları ve arkadaşları geldi, herkes ev yapımı caipirinha’larını yudumladı. Caipirinha’nın keskin alkol kokusu havada dolaşırken, limonun ekşiliği ve şekerin tatlılığı damaklarda unutulmaz bir tat bırakıyordu. Livia da yalnız bırakmadı bizi. Sambaya ara sıra forró (bir tür Brezilya dansı) karıştı. Renkli, şen, hiç bitmesin istediğim bir akşam oldu. “Bu geceyi hiç unutmayacağım,” diye içimden geçirdim. Parti bitiminde, oturduğum balkondan şehir ışıklarını seyre dalıp “Burası sadece bir şehir değil, ruhu olan bir yer,” diye geçirdim içimden.
Ertesi sabah, bavulumu topladım. Adriana’ya sarıldım ve teşekkür ettim. “Bir gün Türkiye’ye mutlaka gel,” dedim. O da “Hayatımda hiç gelmedim ama çok isterim,” diyerek gülümsedi. “Umarım gelir,” diye iç geçirdim. Bavulumu taksiye yerleştirirken, cebimde pek çok yeni arkadaşın telefon numarası, kafamda binbir anı, kalbimde Rio’nun sonsuza dek sürecek ritmi vardı. “Geri döneceğim Rio,” diye düşündüm ve Galeão Havalimanı’na doğru yola çıktım. Yol boyunca, Copacabana’da kaybolan çantayı, İsa Heykeli’nde yaşanan arbede anını, Selarón Merdivenleri’ndeki sürpriz yüzleşmeyi ve Sugarloaf Dağı’ndaki hüzünlü vedayı hatırladım. Bu dört gün, Rio’ya dair tüm önyargılarımı yıkmış, bana beklemediğim aksiyonlar ve insan ilişkilerinin derinliklerini sunmuştu.
Dönüş uçağında, Livia’nın hâlâ bulamadığı kamerasını, Felipe’yle vedalaşmasını ve benim Rio’dan aldığım dersleri düşünüp gülümsedim: Bazen bir kayıp, daha değerli kazançlara vesile olabilir. Ve bazı yüzleşmeler, yeni başlangıçların tohumu olabilir. “Bu Rio macerası bana çok şey öğretti,” diye düşündüm. Belki de Livia’nın o kayıp çantası, bir gün yeniden ortaya çıkar ve bu hikayenin devamı gelir. Belki de Antonio ile bir gün gerçekten karşılaşır, o çok istediğimiz fotoğraf projesini hayata geçiririz.
Rio’nun sıcaklığı, tüm aksi durumlara rağmen, insanın içine işleyen bir tutku bırakıyor. Bu maceranın finalinde, ruhumda hem tatlı bir yorgunluk hem de “buraya bir gün tekrar geleceğim” hissi vardı. “Elveda Rio, şimdilik veda ediyorum,” diye içimden geçirdim.
Rio de Janeiro, bana sadece egzotik bir seyahat deneyimi değil, yepyeni dostluklar, sokaklarda çalınan müziklerin verdiği coşku, coğrafyasının ve kültürünün sonsuz çeşitliliğiyle renkli bir hikâye hediye etti. Geriye dönüp baktığımda, her köşesinden yükselen müziği, sıcak insanları ve masmavi deniziyle Rio, ‘geçici bir yolculuk’tan çok öteye geçti—bana kalıcı bir ruh kattı. “Rio’nun ritmi kalbime kazındı,” diye mırıldandım.

İçeriklerden Haberdar Olun!
Yeni eklenen içeriklerin mail adresinize gelmesini ister misiniz?