Swing Era Dönemi: Cazın Altın Çağına Bir Yolculuk
Benny Goodman ve Swing Döneminin Doğuşu
Swing döneminin başlangıcını anlatırken, her zaman zihnimde canlanan o efsanevi an var: 21 Ağustos 1935, Los Angeles’taki Palomar Ballroom. O gece, Benny Goodman ve orkestrası sahneye çıktığında kimse ne olacağını tahmin edemezdi. Büyük Buhran’ın kasvetli gölgesinde, müzik dünyası bir devrim için hazırdı.
Benny Goodman, Brooklyn’de göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, klarnetiyle müzik dünyasında kendine yer açmıştı. “Swing Kralı” lakabını hak edercesine, Goodman’ın kusursuz tekniği ve müziğe yaklaşımı, caz dünyasında yeni bir çağ başlattı. Palomar’daki o gece, gençler sahnenin önüne toplanarak çılgınca dans etmeye başladığında, sadece bir konser değil, bir kültür devrimi gerçekleşiyordu.
Goodman’ın başarısının arkasında birçok faktör vardı. Öncelikle, Fletcher Henderson’ın düzenlemeleri onun müziğine büyük derinlik katmıştı. Henderson, siyahi müzisyenlerin “sıcak” tarzını beyaz orkestraların repertuvarına taşıyarak kültürel bir köprü kurdu. Bu işbirliği, 1930’ların Amerika’sında ırksal ayrımcılığın yaygın olduğu düşünüldüğünde, daha da anlamlıydı.
Goodman’ın ritim bölümü de swing’in tanımını yeniden yazdı. Gene Krupa’nın davulları, Teddy Wilson’ın piyanosu ve Lionel Hampton’ın vibrafonu, cazın sesini değiştiren unsurlar oldu. Özellikle 1938’deki Carnegie Hall konseri, cazın artık sadece dans salonlarının değil, prestijli konser salonlarının da müziği olabileceğini gösterdi.
Bence Goodman’ın en büyük mirası, yüksek sanat standartlarından asla taviz vermemesiydi. Müzisyenlerine yönelttiği meşhur “Bakış” (The Ray), performanslarında mükemmeliyetçiliğin simgesi olmuştu. Onun liderliğindeki orkestradan Charlie Christian ve Lionel Hampton gibi müzisyenler çıktı, ve Goodman onların yeteneklerini sergilemek için bir platform yarattı. Swing müziği, Benny Goodman’la birlikte sadece bir dans müziği olmaktan çıkıp, Amerika’nın en önemli kültürel ihracat ürünlerinden birine dönüştü.
Büyük Orkestralar ve Unutulmaz Liderler
Swing dönemi, birbirinden yetenekli orkestra şeflerinin altın çağı oldu. Bu dönemde, her biri kendine has bir tarz geliştiren birçok lider ortaya çıktı.
Tommy ve Jimmy Dorsey, Pennsylvania’nın kömür madeni kasabasında büyümüş iki kardeşti. Tommy’nin trombonu ve Jimmy’nin saksofonu, dönemin en karakteristik seslerinden oldu. 1935 baharında, sahne üzerinde bir şarkının temposu konusunda çıkan anlaşmazlık, iki kardeşin yollarını ayırdı. Bu ayrılık, ironik bir şekilde, her ikisinin de kariyerlerini daha da yükseltti. Tommy Dorsey’in “Marie”, “Song of India” ve Frank Sinatra ile yaptığı “I’ll Never Smile Again” gibi kayıtları, swing tarihinin köşe taşları oldu. Jimmy ise “Amapola” ve “Tangerine” gibi hit parçalarla kendi izleyici kitlesini oluşturdu.
Artie Shaw, Goodman’la rekabet eden ve “Klarnetin Kralı” unvanını alan teknik açıdan mükemmel bir müzisyendi. Goodman ve Shaw arasındaki rekabet, caz tutkunları arasında hâlâ tartışılan bir konudur. Bana göre, Shaw’ın zarif, akıcı üslubu ile Goodman’ın enerjik, sıcak tarzı birbirini tamamlayan zıtlıklardı. Shaw’ın “Begin the Beguine” ve “Stardust” kayıtları, klarnetin cazda ne kadar etkileyici olabileceğini gösteren mücevherlerdir.
Glenn Miller’ın hikâyesi ise farklı bir yön izledi. Onun orkestrası, cazın sıcak heyecanından ziyade, daha yumuşak, daha melodik bir tarza yöneldi. Miller’ın klarnetin öne çıktığı kendine özgü reed sound’u, “Moonlight Serenade”, “In the Mood” ve “Tuxedo Junction” gibi parçalarla büyük kitlelere ulaştı. Miller’ın 1944’te İngiliz Kanalı üzerinde uçak kazasında kayboluşu, swing döneminin trajik anlarından biri oldu.
Count Basie, Kansas City’den New York’a taşınan ve swing dönemine Güneybatı’nın blues kökenli tarzını getiren önemli bir figürdü. Basie’nin basit, ekonomik piyano stili ve Walter Page, Jo Jones ve Freddie Green’den oluşan ritim bölümü, caz tarihinin en güçlü ritim ekibi olarak kabul edilir. “One O’Clock Jump” ve “Jumpin’ at the Woodside” gibi parçalarda duyulan sıcak, rahat swing, Basie’nin imzası gibiydi.
Casa Loma Orkestrası, Bennie Moten Orkestrası, Andy Kirk’ün Twelve Clouds of Joy’u ve Duke Ellington’ın orkestrası gibi diğer gruplar da bu dönemde önemli katkılar yaptı. Her orkestranın kendine özgü bir sesi vardı, ve büyük orkestraların bu çeşitliliği, swing dönemini cazın en renkli ve çok sesli dönemlerinden biri haline getirdi.
Kansas City Cazı: Bluesy Riffs ve Rahat Swing
Kansas City cazı, swing döneminin en özgün bölgesel stillerinden biriydi. 1920’ler ve 1930’larda gelişen bu tarz, blues kökleri, riff tabanlı kompozisyonlar ve rahat bir swing duygusuyla karakterize edildi.
Kansas City, siyasi patron Tom Pendergast döneminde “açık şehir” olarak biliniyordu. Prohibition (içki yasağı) döneminde bile gece kulüpleri, kumarhane ve eğlence mekanları 24 saat açık kaldı. Bir gazete yazarının dediği gibi: “Eğer günah görmek istiyorsan, Paris’i unut ve Kansas City’ye git.” Bu ortam, müzisyenler için muazzam iş imkanları yarattı ve şehre büyük bir yetenek akışı sağladı.
Kansas City cazının en belirgin özelliklerinden biri, ritim anlayışıydı. İki vuruşlu New Orleans ve Chicago stillerinden farklı olarak, Kansas City müzisyenleri daha modern, daha akıcı bir 4/4’lük zaman anlayışını benimsedi. Bu ritim hissi, sonraki modern caz gelişimlerinin habercisiydi.
Bennie Moten Orkestrası, 1920’lerin başından 1935’teki ölümüne kadar, Kansas City sound’unun başlıca temsilcisiydi. 1932’deki “Moten Swing” ve “Toby” kayıtları, bu stilin mükemmel örnekleridir. Moten’in ölümünden sonra, orkestranın birçok üyesi Count Basie liderliğinde birleşti.
Walter Page’in Blue Devils topluluğu da Kansas City sound’unun gelişiminde kritik rol oynadı. Bass (kontrbas) çalma tekniğinde devrim yaratan Page, tuba ve bas saksofon yerine string bass’ı (kontrbas) cazın ritim bölümünün merkezi haline getirdi. Page’in “walking bass” stili, günümüzde bile caz müziğinde kullanılan temel bir tekniktir.
Kansas City jam session’ları (doğaçlama oturumları) da bu tarzın önemli bir parçasıydı. Gece kulüplerinde sabahın erken saatlerine kadar süren bu oturumlar, müzisyenlerin tekniklerini geliştirdikleri ve birbirlerini etkiledikleri ortamlardı. “Cutting contests” (kesme yarışmaları) olarak bilinen müzikal düellolar, Kansas City cazının rekabetçi ve yenilikçi ruhunu yansıtıyordu.
Count Basie, Kansas City tarzını uluslararası üne kavuşturan isim oldu. Onun orkestrasındaki Lester Young, Jimmy Rushing, Buck Clayton ve Herschel Evans gibi solistler, Kansas City sound’unu kişisel üsluplarıyla zenginleştirdi. Basie’nin gevşek, riff tabanlı düzenlemeleri ve minimalist piyano stili, Kansas City tarzının özünü yansıtıyordu.
1930’larda Combo Tarzı: Young ve Hawkins’in Tenor Saksafon Devrimi
1930’larda, büyük orkestraların yanı sıra, daha küçük combo grupları da caz dünyasının önemli bir parçasıydı. Bu dönemde tenor saksafon, caz müziğinin en önemli solo enstrümanlarından biri haline geldi ve iki büyük usta, Lester Young ve Coleman Hawkins, bu enstrümanın dilini yeniden tanımladı.
Coleman Hawkins, tenor saksafon ilk büyük ustaydı. “Bean” lakaplı Hawkins, güçlü tonu, zengin armonileri ve melodik yaratıcılığıyla enstrümanın standartlarını belirledi. 1939’da kaydettiği “Body and Soul”, caz tarihinin en ünlü tenor saksafon sololarından biridir. Bu performansta Hawkins, melodiyi yalnızca birkaç ölçü çaldıktan sonra, parçanın akor yapısı üzerine nefes kesici bir doğaçlama yapar. Hawkins’in bu doğaçlaması, melodiden ziyade armoniyi vurgulayan, yoğun ve karmaşık bir yaklaşımı yansıtır.
Lester Young ise tamamen farklı bir yaklaşım geliştirdi. “Prez” lakaplı Young, hafif, süzülen bir ton ve daha yatay, daha melodik bir doğaçlama stili benimsedi. Onun Count Basie ile yaptığı kayıtlar ve Billie Holiday ile olan müzikal ortaklığı, caz tarihinin en duygusal ve etkileyici performanslarından bazılarını ortaya çıkardı. Young’ın tarzı, cool caz hareketinin ve 1950’lerde Stan Getz, Zoot Sims ve Al Cohn gibi müzisyenlerin öncüsüydü.
1934’te Kansas City’deki Cherry Blossom’da gerçekleşen efsanevi bir gece, Hawkins ve Young’ın farklı stillerini doğrudan karşılaştırma fırsatı sundu. Fletcher Henderson Orkestrası ile şehre gelen Hawkins, yerel tenor saksafoncular bir jam session’da yarıştı. Young dahil Kansas City’nin en iyi müzisyenleri, Hawkins’e meydan okudu ve tanıkların çoğuna göre, Young galip geldi. Bu olay, Young’ın daha hafif, daha modern yaklaşımının, Hawkins’in daha klasik tarzına güçlü bir alternatif olarak ortaya çıktığını gösterdi.
Django Reinhardt ve Stephane Grappelli önderliğindeki Quintette du Hot Club de France, bu dönemin diğer önemli combo gruplarından biriydi. Reinhardt’ın çingene müziğinden etkilenen benzersiz gitar tarzı ve Grappelli’nin virtüöz keman çalımı, Avrupa cazının özgün bir sesini yarattı. “Nuages” ve “Minor Swing” gibi parçalar, bu grubun zamansız klasikleridir.
1930’ların combo grupları arasında, John Kirby Altılısı, Teddy Wilson’ın çeşitli komboları ve Benny Goodman Dörtlüsü de öne çıkan topluluklardı. Goodman’ın 1936’da Teddy Wilson ve Gene Krupa ile kurduğu üçlü (daha sonra Lionel Hampton’ın katılımıyla dörtlü olan), ırk ayrımcılığının yaygın olduğu bir dönemde entegre bir grup olarak önemli bir sosyal adım attı.
Billie Holiday: Lady Day’in Acı Tatlı Müziği
Billie Holiday, caz müziğinin en özgün ve etkileyici seslerinden biriydi. Teknik olarak sınırlı bir aralığa sahip olmasına rağmen (yaklaşık bir buçuk oktav), zamanlama, ifade ve duygu yoğunluğuyla müzik dünyasını derinden etkiledi.
Philadelphia’da 1915’te doğan Holiday, zorlu bir çocukluk geçirdi. Annesi Sara’nın bakımında büyüyen Billie, babasından çok az destek gördü. Clarence Holiday, Fletcher Henderson Orkestrası’nda gitarist olarak çalışıyordu, ancak kızıyla ilişkisi çok sınırlıydı. Billie, 15 yaşına gelmeden önce sigara ve marihuana kullanmaya başlamış, bir süre genelevde çalışmış ve erken yaşlardan itibaren hayatın zorluklarıyla yüzleşmişti.
1933’te, John Hammond onu Harlem’deki bir gece kulübünde duyduğunda, Holiday’in kariyeri dönüm noktasına ulaştı. Hammond’un desteğiyle, Billie önce Benny Goodman, ardından Teddy Wilson liderliğindeki küçük gruplarla kayıtlar yaptı. 1937’den başlayarak, Lester Young ile olan işbirliği, caz tarihinin en büyük müzikal ortaklıklarından birini yarattı. Young’ın “Lady Day” lakabını verdiği Holiday ile yaptığı “All of Me”, “Mean to Me” ve “This Year’s Kisses” gibi kayıtlar, caz vokal müziğinin zirve noktalarıdır.
1939’da “Strange Fruit” şarkısını kaydetmesi, Holiday’in kariyerinde ve Amerikan popüler müziğinde bir dönüm noktası oldu. Güneyli siyahilerin linç edilmesi üzerine yazılmış bu rahatsız edici şarkı, müziğin politik bir ifade aracı olarak gücünü gösterdi. Holiday’in bu şarkıyı her performansının sonunda söyleme kararı, onun sanatsal bütünlüğünü ve cesaretini yansıtıyordu.
1940’ların sonlarında, Holiday’in uyuşturucu bağımlılığı ve yasal sorunları, kariyerini ciddi şekilde etkiledi. 1947’de uyuşturucu suçundan hüküm giydi ve on ay hapiste kaldı. Çıktıktan sonra, New York’taki gece kulüplerinde çalışma izni alamadı ve kariyeri düşüşe geçti. Ancak 1952’de Norman Granz’ın Verve etiketi ile anlaşması, bir canlanmaya yol açtı.
Holiday’in son yıllarındaki sesi, yıpranmış ve kırılgandı, ancak yorumları daha da derinleşmiş ve duygu yüklü hale gelmişti. Miles Davis, 1958’de Nat Hentoff’a: “Sesi 1937’dekine göre değişmiş olabilir, ama kontrolü muhtemelen daha da fazla” demişti. 1956’da otobiyografisi “Lady Sings the Blues” yayınlandı ve aynı yıl Carnegie Hall’da başarılı bir konser verdi.
1959’da sağlığı iyice bozulan Holiday, Temmuz ayında hayatını kaybetti. Öldüğü gün, banka hesabında sadece 70 sent vardı, ancak hastane çalışanları bacağına bantlanmış 750 dolar buldu – kendisini en yakınlarının bile ihanetine uğratan bir hayat yaşayan birinin, yalnızca kendine güvenme içgüdüsünün son bir ifadesi.
Duke Ellington: Cazın Shakespeare’i ve Sonraki Eserleri
Duke Ellington, cazın en büyük bestecisi ve orkestra şefi olarak, swing döneminde bile kendi benzersiz yolunu izledi. 1930’ların sonlarından 1940’ların başlarına kadar, Ellington müzikal yaratıcılığının zirvesindeydi.
Bu dönemde Ellington’ın orkestrası, üç önemli ismin katılımıyla güçlendi: 1938’de besteci ve aranjör Billy Strayhorn, 1939’da bas virtüözü Jimmy Blanton ve 1940’ta tenor saksafoncu Ben Webster. Strayhorn, Ellington’ın müzikal alter egosu haline geldi ve “Take the A Train” gibi parçalarla orkestranın sesine katkıda bulundu. Blanton, kısa kariyerinde bas çalma tekniğinde devrim yaptı. Webster ise orkestranın en güçlü tenor saksofonisti oldu ve “Cotton Tail” gibi parçalarda unutulmaz sololar çaldı.
Ellington’ın 1940-1942 arasındaki Victor kayıtları, caz tarihinin en zengin koleksiyonlarından biridir. “Ko-Ko”, “Harlem Air Shaft”, “Concerto for Cootie” ve “Sepia Panorama” gibi parçalar, Ellington’ın kompozisyon, orkestrasyon ve doğaçlama arasında mükemmel bir denge kurduğunu gösterir. Ellington’ın müziği, standart 32 ölçülük şarkı formlarının ötesine geçerek, daha karmaşık yapılar kullanmaya başladı. Örneğin, “Sepia Panorama” dört tematik bölümden oluşan ABCDDCBA formunda bir parçadır.
1943’te Ellington, Carnegie Hall’da “Black, Brown and Beige” isimli iddialı eserini sundu. Afro-Amerikan tarihini müzikle anlatan bu 45 dakikalık eser, bazı eleştirmenler tarafından olumsuz karşılansa da, Ellington’ın geniş formlu cazın öncüsü olduğunu gösterdi. Bu eser, özellikle ilk bölümdeki “Come Sunday” teması ile, Ellington’ın en derin bestelerinden biridir.
Ellington, 1950’lerde cazın popülerliğinin azalmasıyla zorluklarla karşılaştı. 1951’de Johnny Hodges, Lawrence Brown ve Sonny Greer’in ayrılması, orkestra için büyük bir darbe oldu. Ancak 1956’daki Newport Caz Festivali’ndeki performans, özellikle Paul Gonsalves’in “Diminuendo and Crescendo in Blue” parçasındaki 27 chorus süren solosu, Ellington’ın kariyerinde yeni bir canlanma yarattı. Time dergisine kapak oldu ve yeniden büyük mekanlarda çalmaya başladı.
Son yıllarında Ellington, dünyanın dört bir yanına seyahat etti ve caz dünyasının büyükelçisi rolünü üstlendi. 70. doğum günü Beyaz Saray’da kutlandı. Far East Suite (1966), New Orleans Suite (1970) ve Sacred Concerts (1965, 1968, 1973) gibi iddialı eserlere imza attı. Sacred Concerts, Ellington’ın dini müzik ile cazı birleştirdiği, ruhsal derinliği olan bir eserdir.
24 Mayıs 1974’te ölen Ellington, Gunther Schuller tarafından Bach, Beethoven ve Schoenberg ile karşılaştırıldı ve New York Times tarafından “Amerika’nın en önemli bestecisi” olarak anıldı. Ölümünden sonra bile, daha önce yayınlanmamış kayıtları ortaya çıktı ve mirası büyümeye devam etti.
Ellington’ın müziği, teknik mükemmellik, duygusal derinlik ve sürekli yenilik arayışıyla, caz müziğinin gelmiş geçmiş en büyük başarılarından biridir. Onun “müzik benim metresimdir” sözü, hayatı boyunca sanata olan tutkusunu ve bağlılığını özetler.

İçeriklerden Haberdar Olun!
Yeni eklenen içeriklerin mail adresinize gelmesini ister misiniz?